25 Nisan 2012 Çarşamba

"50 million pounds have just been repaid"


Ortaokul çağlarındayken en büyük keyif aldığım şeylerden biri, Cuma okul çıkışı çantayı hazırlayıp, İkitelli Göçmen Konutları’nda oturan dedemlere gidip, dedemlerin 37 ekranlık televizyonunda Avrupa’dan ne kadar maç yayınlanıyorsa seyretmekti. Doğal olarak futbola daha yüzeysel bakıyordum o zamanlar. Saat 17’de Premier League maçı mı varmış, maç başlamadan önce oradaki tek büfeye git, cipsini kolanı al, aç NTV’yi izle; bu kadar.

Yıllar geçtikçe, o İkitelli Göçmen Konutları’nın çevresine binaları diktiler, binalar çoğalınca büyüyoruz zannettiler; hatta Başakşehir adında bir ilçe bile oluşturdular. Benim futbol sevgim ise, binalarla ters orantılı gitti. Futbolu hala seviyordum ama futbolun arka tarafındaki çarkları yavaş yavaş görmeye başlayınca, aldığım keyifte ciddi azalmalar oldu.

Fakat dün akşamki Barcelona-Chelsea maçındaki yaşadığım heyecanı hangi sıfatlarla açıklayabilirim bilmiyorum. Liseden beri Chelsea’ye sempati duyarım, o kadar şampiyonluk-kupa vs. gördüm; ama dünkü maç bambaşka bir şeydi. Dünkü maç, yıllardır para harcayarak her şeyin çözülebileceğine inanmış bir felsefenin, yüreğin gücüyle tanışmasıydı.

Aslında final yürüyüşünün başlangıcını hepimiz hatırlıyoruz. Napoli deplasmanındaki 3-1’lik yenilgi sonrası Villas-Boas kovalanıp, yerine neredeyse “Al sen devam et bari” dercesine Di Matteo getirilmişti. Yalan yok, Napoli rövanşı öncesi herhangi bir futbol izleyicisine, “Chelsea elenir mi?” diye sorsak, muhtemelen “Evet” derdi. Di Matteo o ortamda oyunculara inanılmaz bir yürek aşıladı, (Bunu iki türlü okumak da mümkün, Terry-Lampard-Drogba’nın AVB’den hazzetmediğini de biliyorduk) Stamford Bridge’de Napoli’ye net üstünlük kurdu, Ivanovic’in topu tavana asmasıyla tur geldi. İşte o an Di Matteo’nun etrafında yeniden kenetlenme anıydı.

Di Matteo, yere düşmüş ve nakavtını bekleyen bir camiayı ayağa kaldırmakla kalmadı; camianın yumruğunu yeniden havaya kaldırmasını sağlayacak kudreti de sağladı. Barcelona serisini de bunun üzerinden yorumlayabiliriz. Chelsea, Barcelona’dan sürekli yumruk yedi, sağlı-sollu yumruk yedi, aşağıdan-yukarıdan yumruk yedi, ama bir türlü çökmedi. Bütün izleyiciler “Aha şimdi Chelsea düşecek” derken, rakibini yere serecek o tek yumruğu en can alıcı anda yerleştirmeyi de başardı. Kabul ediyorum, insanlar artık savunma değil hücum izlemek istiyor ama savunmanın da futbolun bir parçası olduğunu ve en az hücum kadar zevkli olabileceğini tekrar hatırlatmış oldu Di Matteo.

İşte o yumruğun adı da Torres. Geçen sezon ortasında neredeyse kaçırılırcasına Liverpool’dan Chelsea’ye geldiğinde, ben dahil herkesin beklentileri büyüktü. Ne olduysa oldu, o bir buçuk senede bir türlü istediği noktaya gelemedi, neredeyse herkes tarafından Chelsea’deki forvet lanetinin yeni halkası olarak görülüyordu ki, dün o bir buçuk seneyi tamamen unutturdu, gerçek bir Chelsea’li oldu. Hele Valdes’i yatırdığı an koltuktan fırladım, annemin babamın dehşetli bakışları arasında koridora doğru mini bir depar attım. Bu anı hem o, hem de biz uzun süreden beri hak etmiştik.

15 maçta 10 galibiyet, 4 beraberlik, 1 mağlubiyet. Di Matteo’nun Chelsea’de görevi devraldıktan sonraki performansı bu. Finalde kim gelir, Chelsea şampiyon olur mu bilmiyorum ama bu sezon Abramovich dönemindeki Chelsea’nin en dramatik sezonu olmaya doğru gidiyor, umarım bizim Rus’un yüzü bu sefer güler.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Mahcubum Heynckes


Kavga edebilecek bir düzeyde Augsburg’u tutan bir adam için Bayern Münih nefretinden daha doğal bir şey olamaz. Doğal olarak ben de Bayern Münih-Real Madrid eşleşmesinde Bayern’in yenilmesini, elenmesini, mümkünse taşak geçilebilecek kıvamda rezil olmasını istiyordum. Ama Heynckes bugün beni mahcup etti, onu itiraf etmek zorundayım.


Aslında hafta sonundan çıktığımızda, ben dahil bir çok kişinin görüşü Bayern’in haşat olacağı yönündeydi. Keza geçen hafta Dortmund’a yenilip şampiyonluğu matematiksel olarak olmasa da, kafa olarak kaybetmiş bir Bayern vardı. Cumartesi de içeride Mainz karşısında o kadar donuk oynayıp berabere kaldılar ki, kafaların Real maçında olduğu çok açıktı. Real Madrid ise, geriye düştüğü maçta Gijon’u yenmiş, bağıra bağıra Allianz Arena’ya geliyordu.

Kadrolara baktığımda, Heynckes son maçlarda sıkça yaptığı, benim de sıklıkla eleştirdiğim taktikten vazgeçmiş görünüyordu. Schweinsteiger’in sakatlığında, Kroos’u Gustavo’nun yanına çekip, onların önüne Müller-Robben-Ribery’yi dizen Heynckes’in bu taktiği başaltı takımlara karşı çok iyi işledi, özellikle 3 maçta 20 gol atıldığı o dönemde Heynckes göklere çıkarıldı. Lakin Bayern'le aynı düzeyde rakiplerle olan maçlarda, Kroos’un Gustavo’yla birlikte pres yapıp oyun kurucu özelliklerinden feragat etmesi gerekiyordu. Kupadaki Mönchengladbach ve geçen haftaki Dortmund maçlarının ikisinde de orta saha üstünlüğü hep rakip takımlardaydı.

Bu maçta Gustavo’nun yanında sakatlığı yavaş yavaş atlatan Schweinsteiger ile başladı Heynckes. Bu, Kroos’un rakip kaleye daha yakın olması demekti, dolayısıyla Robben ve Ribery’nin rakip kaleye daha yakın top alması demekti. Real ise, klasik Khedira-Alonso, önlerinde Mesut üçlüsüyle kurdu orta sahayı; orada görünüşte pek bir sıkıntı yoktu.


Heynckes’in taktiği iyi başladı, Kroos’u ilk 20-25 dakika Bayern yarı sahasında çok az gördük. Robben’le Ribery’nin de ileride kalmasıyla, Lahm sağdan, Alaba da soldan yüklenince Real’in bekleri zorlanmaya başladı (Dipnot 1: Gerçi Arbeloa için herhangi bir baskıya da gerek yok, genel bir zorlanma durumu var) (Dipnot 2: Belki son on maçtır bek oynuyor, ama Alaba’yı hala sol bekte görmeye alışamadım).  Böyle bir tabloda Real, Ronaldo ve Di Maria’yı ileriye istediği gibi yönlendiremedi; bunun yerine Mesut’un araya attığı paslarla tehlike yaratmaya çalıştı. Gerçi Badstuber-Boateng gibi bir defans ikilisine karşı kanat organizasyonu yapmak yerine göbekten oynamak daha iyi olabilir.

Bir karambolle attıkları golden sonra Bayern tatmin olup geriye çekilince, Real haliyle rahatladı; Ronaldo ve Di Maria daha çok top almaya, Bayern defansı da yusuf atmaya başladı. Hatta Neuer’in rahat alabileceği bir topa Boateng’in kafa soktuğu bir pozisyon vardı ki, evde kahkaha attım.

Real’in baskısı ikinci yarıda da sürdü, haliyle golü de buldular. İleriye giden Badstuber geri dönmeyi unutunca, kademeye girmek zorunda kalan Lahm sağ beki boş bıraktı (ki burada da Robben’in de beke gelmediğini bir kez daha hatırlatmak lazım); Ronaldo önce Neuer’in üzerine vurdu, dönen topta da Mesut’a çarptırarak golü attırdı.


İşte tam bu noktada ya herro ya merro çekti Heynckes, Bayern’in ilk yarım saatteki baskısının mimari olan Schweinsteiger’i kenara aldı (ama itiraf edelim o yarım saatten sonra çok da iyi değildi); Müller’i oyuna soktu. Bu diziliş, Kroos’un daha geriye gelmesi demekti, böyle bir durumda Real’in ikinci golü bulacağını düşünüyordum. Ama ters tepti.

Kroos’un geride oynamasını neden hatalı bulduğuma gelirsek; ben Kroos’un hücum özelliklerinin savunma özelliklerine göre daha iyi olduğunu düşünenlerdenim. Dolayısıyla, onu geride oynatmak yerine, Gustavo’nun yanında Schweinsteiger’in olmasını (onun sakatlığında Alaba), Kroos’un da hücuma daha yakın oynamasını isteyenlerdenim (Aslında istemiyorum tabi, laf ebeliği yaptım, Bayern’in allah belasını versin). Bunu nasıl örneklendirebilirim; bir adam çok iyi çimento karıyordur, ama tuğla da taşıyabiliyordur; dersin ki “Babuş iki dakika şu tuğlalara yardım et”, o anlaşılabilir, ama o adama en başında tuğla taşıtınca çimentoda sıkıntı doğar (Alman futbolunu apartman inşaatı üzerinden açıkladığıma göre, gazetede bir köşeyi hak ediyorum bence).

Müller’in oyuna girişinde, benim takıldığım nokta Kroos’un geriye geleceğiydi. Hata yaptığım nokta ise, maçın bitimine yarım saat kaldığını unutmuş olmamdı. Haliyle Kroos geriye gelmedi; Bayern hücumu beşlemiş oldu. Bir de Mourinho, Mesut’u çıkarıp Marcelo’yu oyuna sokunca Real geriye yaslandı ve alenen beraberliğe yatmaya başladı.


Real’in geri yaslanması demek, Bayern beklerinin ileriye çıkması demekti. Alaba’yla Lahm yüklenmeye başlayınca, son 20 dakika ilk 20 dakikanın kopyası gibi oldu. Kroos aldığı her topu kanada aktarıp tehlike yaratmayı başardı. Lahm’la Ribery de Coentrao’yu resmen harcadı sol bekte, Ronaldo da yorgunluğundan yardım etmeyi aksatınca; Lahm bomboş bir orta açtı, Gomez’e ikinci golü attırdı resmen. Tabi Real savunmasının saçmaladığını da söylemek şart.

Ben Mourinho’nun sonuca pek üzüldüğünü düşünmüyorum. Kötü oynayan bir Real vardı sahada, ama gol atmayı başardılar, tek farklı bir mağlubiyet de, rövanşın Bernabeu’da olduğunu düşünürsek kabul edilebilir bir sonuç. Yine de cumartesi El Clasico var, Real’in olası bir mağlubiyeti rövanş maçında bir gerginlik oluşturabilir takım üzerinde. Bayern ise iyi oynadığı bir maçta anca bu sonucu alabildi, galibiyet yine de avantajdır; ama ben Robbern-Ribery ikilisinin Bernabeu’da sineceğini düşünüyorum; Müller’le başlamak daha etkili bir çözüm olabilir, ama tur şansı tamamen Schweinsteiger’in ne kadar sağlıklı olduğuna bağlı.


Foto: Getty Gidiyor

14 Nisan 2012 Cumartesi

Mutlu Son, Tom Benson


Yaklaşık 1,5 yıldır devam eden New Orleans Hornets’in satılma hikayesi, New Orleans Saints’in sahibi Tom Benson’un 1,1 milyar dolarlık servetini resmen masaya vurarak Hornets’i satın almasıyla son buldu. Böylece takımın New Orleans’tan taşınacağı yönünde çıkabilecek tüm dedikodular da sona ermiş oldu. Peki Hornets, Tom Benson’un sahipliğinden ne kazanacak?


Aslında Tom Benson ismi son iki haftaya kadar hiç gündemde değildi. Hatta David Stern All-Star haftasonunda yaptığı basın toplantısında, takımı almak isteyen iki konsorsiyumun bulunduğunu, satış işleminin bir aya kadar netleşeceğini söylemişti. (Aynı basın toplantısında David Stern’in “Hornets’in geleceği ne olacak?” diye soran Chris Sheridan’ı “Bilet al da gör” diye tokatlaması da vardı) O iki konsorsiyumda da Tom Benson ismi geçmiyordu. Ama Kaliforniyalı mayo devi Raj Bhathal’ın başını çektiği grupta Tom Benson’un kardeşi Larry Benson vardı. Efsane (!) koç Mike Dunleavy de bu grubun bir diğer üyesiydi. İkinci grupta ise ise Hornets’in eski küçük ortağı Gary Chouest ve ortakları bulunuyordu.

Tom Benson’ın bir anda dışarıdan gelip Hornets için teklif vermesi tabii ki şaşırtıcı oldu; çünkü Benson’ın sahip olduğu Saints “ödül programı” davasıyla çalkalanıyordu. Coach Sean Payton lig tarafından bir sene cezalandırılmış, Saints’in draft haklarına el konulmuştu. İşte böyle bir kaos ortamında Benson’ın, kardeşinin bulunduğu bir gruba karşı çıkıp Hornets’i almak istemesi benim için ciddi sürpriz oldu.

Benson’un sahipliğinin Hornets için çok fazla olumlu tarafı var. Gelirinin büyük bir kısmını sahip olduğu otomotiv bayilerinden kazanan Benson’un mal varlığının büyük çoğunluğu New Orleans bölgesinde bulunuyor. Zaten hali hazırda New Orleans Saints’in de sahibi. Bir de şehir yönetimi ile kulüp arasında yapılan anlaşma sonucu Hornets’in 2024’e kadar New Orleans’ta kalması yönünde anlaşmaya varıldığı düşünülünce, artık yıllardır dile gelen taşınma muhabbetinin son bulacağı aşikar.


David Stern’in basın toplantısında bahsettiği gibi Saints-Hornets arasında kurulan bu bağ, New Orleans gibi küçük bir şehirde çok değerli olacak. İki takım sahibinin de aynı kişi olması, özellikle reklam-pazarlama ve merchandising konularında bürokrasiyi azaltarak, iki takımın ortak hareket edebilme şansını yükseltiyor. 

Bir de Eric Gordon konusu var. Geçen hafta Sports Illustrated’a verdiği röportajda New Orleans şehrinden ve koç Monty Williams’tan çok memnun olduğunu; fakat kafasını kurcalayan en önemli sorunun takımın bir sahibininin olmaması olduğunu söylemişti Gordon. Benson’ın takımı almasıyla birlikte, NBA’in yönetimi altında bile zarar eden Hornets’in parasal anlamda daha stabil olacağını öngörebiliriz. Bu da hem Gordon’un hem de diğer free agent’ların takıma bakışını ciddi şekilde değiştirecektir.

Benson’la birlikte, Hornets’in isim değiştirerek, daha “New Orleans’sal” bir isimle yola devam edebileceği yönünde yorumlar çıkmıştı. İlginçtir, basın toplantısında kimse bunu sormadı. Hornets’in sarı-yeşil-mor renklerini çok çok beğensem de, Saints’in kullandığı gibi altın-siyah renklerinde bir marka da çok çekici ve ciddi olacaktır. Renkleri değiştirmeseler bile, en azından altın-siyah bir alternatif forma yapsınlar isterim.

NBA, Hornets’i satın almak için eski sahipler George Shinn ve Gary Chouest’e 318 milyon dolarlık bir ödeme yapmıştı. NBA ise, Hornets’i Tom Benson’a 338 milyon dolara sattı. Aradaki bu 20 milyon dolarlık fark, basın toplantısında esprili bir şekilde “Hornets’ten ettiğimiz zararı da fiyata ekledik” diye geçiştirilse de, NBA’in bu satıştan memnun olduğu açık. Hem ligin bir takımın sahibi olması konusunda gelen tepkilerden kurtulmuş oldular, hem de kar ettiler. Ciks.

Tom Benson’un sahipliği konusunda olumsuz görülen yanlar da var tabii. New Orleans Saints’in şehirde daha büyük ilgi topladığı bir gerçek; doğal olarak Tom Benson’un da ilk ilgi alanı Saints olacaktır. Hornets biraz üvey evlat muamelesi görecek ama, bu zaten yıllardır olan bir durum olduğu için ben sıkıntı çekileceğini zannetmiyorum. 


Tom Benson’un basketboldan uzak olduğu söylentisi vardı ki, basın toplantısında buna cevap verdi Benson. “Eğer Saints’in sahibi olmasaydınız, yine Hornets’le ilgilenir miydiniz?” sorusuna, 1973’te Dallas Chapparals takımının San Antonio’ya taşınması sırasında, Spurs’ün küçük ortaklarından biri olduğunu ve bir basketbol takımına sahip olmayı her zaman hayal ettiğini söyleyerek cevap verdi. Bir de sanki tüm takım sahipleri basketbol dehası olarak takım satın aldılar, ne biçim soruysa. (Micheal Jordan hariç tabi, o bir basketbol dehası; ama yöneticilik açısından ÇOK KÖTÜ)

“Tek hedefimiz şampiyonluk. Yoksa boşa kürek çekecek takıma para harcamam” diyerek söze giren bir başkanı Hornets camiası uzun süredir görmüyordu. GM Dell Demps ve coach Monty Williams gibi kriz dönemini çok iyi atlatan bir ikiliye sahip olan Hornets’e gereken tek şey, ufak bir şans. Umarım o şans, draft gecesi yanımızda olur.

Nostalji Saati: Kupkuru Kesilmiş Bir Bahtsız Arı


Hornets'in bugün Tom Benson tarafından NBA'den satın alınmasıyla birlikte, New Orleans Hornets için daha parlak bir gelecek hayali kurmaya başladık. Peki, Hornets NBA tarafından satın alınmadan önce durum neydi? Aralık 2010'da NBA Türkiye dergisine bu konuyla ilgili yazdığım bir yazı vardı. Üşenmedim, sizler için yazıyı maillerimin arasından çıkardım. Hornets'in tarihi konusunda sizlere bir fikir verebilecek bir yazı olduğunu düşünüyorum, umarım yanılmam.


Lige dahil olduğu 1988-1989 sezonundan beri, Hornets organizasyonu ligde bir Anadolu takımı esintisi yaratarak, sürekli orta düzey bir takım olarak kalmayı başardı. Bazen playofflarda 2.tura çıkıldı, yüzler gülümsedi. Bazen 18 galibiyetle sezon kapandı, umutlar bir sonraki seneye aktarıldı. Ama Hornets’in bu sene yaşadıklarını anlatabilmek için, galibiyetten veya mağlubiyetten ziyade, tarih sayfalarına ihtiyacımız olacak.

Durumu daha iyi anlatabilmek için, Hornets organizasyonunun geçmişinden bahsetmek gerekiyor. 1985 senesinde girişimci George Shinn, memleketi Kuzey Carolina’da bir NBA takımı kurmak için, yerel işadamlarıyla görüşerek bir konsorsiyum kurdu. Bu konsorsiyumun çabaları sonucu, Hornets 1988’deki lig genişlemesinde 3 takımla beraber lige dahil olmayı başardı.

Yeni bir takım olmanın getirisiyle, başarısız sezonlar geçiren Hornets, buna rağmen şehir tarafından sürekli desteklendi, sahiplenildi. George Shinn, bu süreçte takımın basketbol operasyonlarından sorumlu yöneticisiydi. Kariyerinde “Kobe Bryant’ı takas etmek” gibi her yöneticiye nasip olmayan bir apolet bulunduran Shinn, buna rağmen taraftarı salona çekmeyi başarıyordu.

İşler 1999 yılında değişmeye başladı. Taraftarın sevgilisi Bobby Phills’in trafik kazasında hayatını kaybetmesinden sonra, George Shinn yaptığı dengesiz takaslarla taraftarın tepkisini çekmeye başladı. Cimri bir yönetici olarak bilinen Shinn, Alonzo Mourning gibi kontrat yenileme dönemindeki oyunculara, piyasanın çok altında ücretler önererek, onları takımdan uzaklaştırmaya başladı. Aynı senede, basketbolu yeni bırakmış olan Michael Jordan, Charlotte Hornets’e küçük ortak olmak istedi, ama bunun için tek bir şartı vardı: Basketbol operasyonlarının başına geçmek. George Shinn bunu kabul etmedi. North Carolina Üniversitesi’nden mezun olduğu için, yöre insanı tarafından mesihe benzer bir düzeyde değerlendirilen Jordan’a karşı Shinn’in bu tutumu, taraftarlar arasında büyük bir tepkiye yol açtı.

Ama taraftarla George Shinn’in arasını açan en önemli olay, bir dava oldu. 1999 senesinde, George Shinn’in kendisine tecavüz ettiğini iddia eden bir kadın, George Shinn’e karşı dava açtı. Dava düşmesine rağmen, medyada çok fazla yer bulduğu için Shinn’in Kuzey Carolina halkı arasındaki ünü bundan kötü şekilde etkilenmişti. Bunun üzerine Shinn, Hornets organizasyonunu Charlotte’tan koparmaya karar verdi.

Shinn’in öne sunduğu şart şuydu: Ya şehir yeni bir arena yapacaktı, ya da Hornets gidecekti. Seyircisi sayısı iyice dibe vurmuş olan Hornets için yapılan bu teklifi, Charlotte şehrinin idarecileri doğal olarak reddetti. Böylece takımın taşınmasının önü açılmış oldu.

2002 senesinde, Hornets organizasyonunu New Orleans şehrine taşındı. Charlotte’a nazaran daha küçük bir şehir olmasına rağmen, New Orleans’ta hazır bir arena mevcuttu. Bu durum, taşınmayı da kolaylaştırdı.


George Shinn takımın tek sahibi olarak, gidişattan memnun gözüküyordu. Playoffta hüsranla biten iki sezonun ardından, 2004 senesinde takımın yıldızı Baron Davis, Golden State’e takas edildi. Bu durum, George Shinn için fazla harcama olmadan geçirilecek birkaç yıl daha demekti.

2005 senesinde, adı Chris soyadı Paul olan bir genç, bu şehrin makus talihini kırmak için draft edildi. Fakat, şehrin üzerinde öyle kara bulutlar dolaşıyordu ki, Chris Paul’ün draft edildiği sene yaşanan Katrina kasırgası yüzünden, ortada oynanabilecek bir şehir kalmadı. 2 sezonu Oklahoma City’de geçirmek zorunda kalan New Orleans Hornets, 2007 senesinde New Orleans’a geri dönebildi.

İstediği kadar özel bir oyuncu olsun, kendi şartlarına uymadığı sürece ona kontrat vermekten kaçınan George Shinn; milyonda bir gelen bir yetenek olan Chris Paul’ün gönlünü hoş tutabilmek adına kesenin ağzını açmak zorunda kaldı. Peja Stojakovic’e 5 sene için 64 milyon dolar, Morris Peterson’a da 4 sene için 20 milyon dolarlık kontratlar veren Shinn, David West’e  5 sene için 45 milyon dolarlık bir extension sundu. Özellikle Peja hamlesi büyük tepkiyle karşılanan Shinn, buna rağmen taraftardan destek görmeye devam etti.

2007 senesinde, Gary Chouest adında New Orleans körfezinde petrol işiyle uğraşan bir iş adamı, Hornets’in %35 hissesini almayı kabul etti. Böylece George Shinn ilk defa takıma bir ortak bulmayı başardı.

Verdiği kontratlar yüzünden zaten büyük bir yükümlülük altına giren George Shinn için, hayatının en kötü dönemi 2009 yılında yaşandı. Prostat kanserine yakalandığını açıklayan Shinn, bu dönem boyunca, mecburen takımdan uzak kaldı. Elindeki kaynakları iyice azalan Shinn, lüks vergisi ödememek için, GM Jeff Bower’dan bazı oyuncuları 2076 senesinin ikinci tur draft hakları karşılığına göndermesini istemek zorunda kaldı.

2009-2010 sezonunun sonuna doğru, kanserle mücadelesi iyiye giden George Shinn, Hornets’ten artık zarar ettiğini ve takımı satmaya gönüllü olduğunu açıkladı. Bu açıklama doğal olarak bütün taraftarları heyecanlandırdı. Çünkü, NBA’de önemli yerlere gelebilecek bir takımın, para harcamamak uğruna gözlerinin önünde erimeye devam ettiğini gören taraftarlar, sadece manevi olarak değil, maddi olarak da takıma sahip çıkabilecek birisinin takımı satın almasını istiyordu.

New Orleans’lıların Romeo’su baştan belliydi: Takımın küçük hissedarı Gary Chouest. Büyük bir Hornets taraftarı olan ve neredeyse her maça gelen Chouest, George Shinn tarafından takımın satılacağını öğrendiği andan itibaren, takımı satın almak için girişimlerde bulunmaya başladı. Özellikle 2010’un Nisan ayında, Chouest ve Shinn’in anlaştığı, Chouest’in birkaç küçük ortak bulması halinde imzaların hemen atılacağı yönünde çıkan haberler, New Orleans Hornets için havanın yıllar sonra olumlu esmesi anlamına geliyordu. Ama esen sadece rüzgardı, o rüzgar bereket getirmedi.

İmzanın konuşulduğu Nisan ayında, New Mexico körfezinde başlayan petrol sızıntısı, bir anda bütün dünyanın gündemini değiştirdi. Büyük Petrol şirketlerinin vurdumduymazlığı sonucu, Amerika’nın güney kıyılarının çoğunu siyaha bulayan bu çevre felaketi, en yüksek tahribatı Louisiana kıyılarında verdi. Katrina’nın yaralarını yeni yeni sarmış olan New Orleans şehri, petrol sızıntısından ekonomik olarak çok olumsuz etkilendi.

Fakat New Orleans’ta o sızıntıdan en fazla etkilenen kişi Gary Chouest’ti. Petrol çıkartma ve işleme işiyle uğraşan Chouest, bu sızıntıda maddi olarak büyük zarara girdi. Öncelikle sahip olduğu şirketi düzlüğe çıkarmayı hedefleyen Chouest, doğal olarak Hornets’i satın alma sürecini 2. plana aldı.

Nisan ayından beri yaklaşık 7 aydır sürüncemede olan Hornets’in satışı, Kasım ayı sonunda, Gary Chouest’in takımı satın almaktan vazgeçmesiyle iyiden iyiye bir kaos halini aldı. İddialara göre, petrol sızınıtısındaki zararını dengelemeyi başaran Chouest, tekrar masaya oturduğunda George Shinn’in anlaştığı fiyatın üzerinde bir fiyat istemesi yüzünden görüşmelerden çekilmişti.

Bunun üzerine George Shinn, takımı elinden çıkartmak için farklı bir yol denemeye karar verdi. NBA Başkanı David Stern’le konuşan George Shinn, Hornets’i artık daha fazla taşıyamayacağını, NBA yönetiminin bu konuda yardımcı olması gerektiğini söyledi. David Stern, diğer takım sahipleriyle görüştükten sonra, NBA tarihinde ilk kez bir takımın NBA yönetimi tarafından satın alınacağını açıkladı.


Bu yöntem, NBA için bir ilk olsa da, Amerikan sporları için yeni bir olay değildi. Amerikan Beyzbol Ligi (MLB) takımlarından Montreal Expos’un 2002 yılında içinde bulunduğu mali kriz sonrası, MLB yönetimi aldığı bir kararla Montreal Expos takımını satın aldığını açıkladı. Satış süreci hızlı ilerleyemediği için, Montreal Expos takımı 2 sezon boyunda MLB yönetiminin sahipliğinde bulunmaya devam etti.

NBA yönetimi, satış bedeli olarak Shinn ve Chouest’a toplam 300 milyon dolarlık bir ödeme yaptı. Satış işlemlerinin ardından yönetici olarak takıma, NHL takımlarından Minnesota Wild’ın başkan yardımcılığını yapan New Orleans doğumlu Jac Sperling atandı.

Satışın ardından, gerek David Stern’in, gerekse Jac Sperling’in ağzından tek bir cümle döküldü: “Bizim ilk amacımız, Hornets’i New Orleans’ta tutmak”. Bu bir temenni olarak çok güzel, ama ekonomik gerçeklerle yüzyüze geldiğimizde, bu durumun  çok zor olduğunu görmek gerekiyor. Çünkü New Orleans etkin taraftar açısından NBA’de en kötü takımlardan biri.

Hornets’in Louisiana kenti ile yaptığı kontrattaki bir maddeye göre, 10 maçlık bir periyod boyunca eğer seyirci ortalaması 14.375’in altında kalırsa, Hornets yönetimi, Louisiana yönetimine tazminat ödeyerek şehirden ayrılma hakkına sahip olabiliyordu. Bu sene takımın da iyi başlangıcına rağmeni gelen seyirci sayısındaki düşüklüğün devam etmesi, bu maddenin bir gün uygulanabileceği konusunda bütün taraftarları endişelendiriyor.

Aralık ayı içerisinde, New Orleans valisi Bobby Jindal ve belediye başkanı Mitch Landrieu, Hornets’in şehirde kalması için neler yapılması gerektiği konusunda bir toplantı yaptı. Çıkan sonuç, New Orleans’ta kalmak için en mantıklı yolun bir ortaklık konsorsiyumundan geçmekte olduğu idi. Bunun üzerine New Orleans’lı bir savcı olan Morris Bart, takımın New Orleans’ta kalması halinde %10’luk bir hisseyi alabileceğini açıkladı. Ayrıca, Gary Chouest de yaptığı açıklamada, Hornets’i satın alma hayalinin henüz sona ermediğini bildirdi. Bu gelişmeler taraftarı heyecanlandırdı, ama mantıklı düşünüldüğünde, Hornets’in düzlüğe çıkmasının en rahat yolunun taşınmaktan geçtiği çok açık. (Yalnız 1,5 senede nasıl sinirlenmişsem, "Takımı satın kurtulun" demişim resmen, düşünün ne hallerdeydim.)

Taşınma söz konusu olduğunda, yine bir çok şehir, aday olarak ortaya çıktı. Bana göre bu şehirler arasında en ideali Kansas City. 2007 senesinde, çok amaçlı ve hayli teknolojik bir salon olan Sprint Center’ı hizmete açtılar. Ayrıca 25 seneden beri bir NBA takımına hasret kalmış durumdalar. Taraftarın Hornets’e ciddi bir ilgi göstereceğini düşünebiliriz.

Diğer adaylar arasında Seattle ismi çok konuşuldu, ama NBA’den koparılmalarına bahane olan Key Arena’daki problem çözülmediği sürece Seattle’ın bir NBA takımı oluşturması çok zor gözüküyor. Anaheim şehri ise, Los Angeles’a çok yakın olduğu ve Los Angeles’ta hali hazırda iki takım bulunduğu için uzak duruyor. Las Vegas, bu şehirler içerisinde ekonomik açıdan önemli bir aday, ama bir NBA takımının düzenli olarak maç oynayabilmesi için yeni bir salon yapılması gerekiyor.

Herkesin ilgiyle takip ettiği bu satış süreci sonucunda, Hornets New Orleans’ta kalır mı, başka bir şehre gider mi bilinmez ama, şu bir gerçek ki, Hornets organizasyonundaki en değerli parça olan Chris Paul’ün bir Hornet olarak kalabilmesi için, bu karar ciddi bir önem taşıyor. (Ve sonucu gördük)

6 Nisan 2012 Cuma

Adamlık Ağacı

Basketbolu ucundan da olsa takip eden insanlara Dwight Howard’ın basketbol kariyerini anlatmak yersiz olur. Ama bundan birkaç sene sonra Dwight Howard’ı başka bir forma altında izleyip de, “Yav ne kadar büyük oyuncu” diyecek dostlarımız için, Howard’ın bu sene yaşadıklarını tarihe not olarak düşmekte fayda var.




Orlando’nun final gördüğü 2008-09 sezonundan sonra, Hidayet’in takımdan ayrılmasıyla birlikte, Howard’ın organizasyonun hareketlerinden mutlu olmadığı sürekli konuşuluyordu. Şimdi allahı var, Otis Smith’in de hiçbir hamlesi tutmadı. Hido gittikten sonra, Courtney Lee’den vazgeçerek Vince Carter’ı aldılar, olmadı. Daha sonra sonra Vince Carter’ı yine Hido karşılığında takas ettiler, olmadı. Geçen sezon hazır gaza gelmişken Arenas’ı (ve haliyle kol gibi kontratını) almak için Lewis’i takas ettiler, olmadı. Howard’ın da bir yerden sonra, “Eaah sikerim bir işi de doğru yapın” moduna girmesine hak verebiliriz.



Ama işin profesyonelce olmayan, iş ahlakına uymayan kısmı ise, geçtiğimiz sezonun sonuyla birlikte Howard’ın hem yönetime net bir hamle yapması konusunda baskı yapması (ki bu net hamleyi dün çok trajikomik bir şekilde öğrendik), hem de basın yoluyla diğer takımlara mavi boncuk dağıtması oldu.

Sezon başına geri dönelim. Lokavt sonrası NBA’i takip eden camianın merak ettiği iki temel konu vardı. 1- Chris Paul takas olacak mı? 2-Dwight Howard takas olacak mı?

Her ne kadar 15 kişiye saldırabilecek kalibrede bir Hornets taraftarı olsam da, Chris Paul’ün bu süreci çok doğru oynadığını kabul etmem lazım. Chris Paul’ün de, aynı Howard gibi, Hornets yönetimindeki belirsizliklerden bıktığını ve sezon sonunda takas olmak istediğini zaten biliyorduk. Lakers serisinde elinden geleni yaptıktan sonra, Paul de muhtemelen kontratı bittiğinde, Hornets’te kalmak için oyuncu opsiyonunu kullanmayacağını GM Dell Demps’e belirtmiştir. Demps de doğal olarak Hornets’in bu durumdan zarar görmemesi için Clippers’a takas etti Paul’ü. Tüm bu olaylar henüz sezon başlamadan yaşandığı için, hem Paul hem de Hornets durumu iyi kotardı diyebiliriz.

Ama Howard için aynısı söz konusu olamadı. Sezon başından beri ısrarlı bir şekilde Magic’le sözleşme uzatmayacağı yönünde imalarda bulunan ve takasını isteyen Howard, bu imaların bir adım ötesine geçerek New Jersey Nets sahibi Mikhail Prokhorov ve genel menajeri Billy King’le başbaşa bir görüşme gerçekleştirdi. Keza, Howard’ın menajeri Dan Fegan’ın Houston Rockets yetkilileri ile usulsüz görüştüğü yönünde de haberler ortaya çıktı. Tüm bu olaylar, olayın taraflarınca kabul edilmese de, Magic’in bu görüşme ile ilgili Nets’i NBA’e şikayet ettiği biliniyor.


Takasın son gününe kadar devam eden bu goygoy, son günde Howard’ın RealGM muhabiri Jarrod Rudolph’la yaptığı telefon görüşmesinde, oyuncu opsiyonunu kullanarak Magic’te kalacağını belirtmesiyle bambaşka bir hal aldı. Amway Center’da Magic GM’i Otis Smith ve CEO’su Alex Martins ile yapılan kısa bir görüşmeden sonra Dwight Howard basının karşısına çıktı ve yaz başından beri yaşanan süreçle ilgili şu bahaneyi ortaya sürdü:

“Bazı kötü tavsiyelere uydum”

27 yaşında, 6 kere All-Star olmuş ve milyon dolarları yöneten bir kişinin yaz başından beri hem kendi yönetimini hem de taraftarını soktuğu durumdan sonra yaptığı açıklama buydu: “Bazı kötü tavsiyelere uydum”. Ha sanırsın, adam mahalledeki arkadaşları yüzünden içkiye, sigaraya, beyaza filan alışmıştır; dersin ki “Karşı koyamadım, beni bu yavşaklar kandırdı”; o zaman bir nebze anlarız. Ama bir şehrin bel bağladığı bir adamın götünün ayrı, başının ayrı oynaması, çok kolay kabul edilebilecek bir şey değil.

İşin daha acıklı kısmı, aylardır Howard ile ilgili sorulara hep yarım ağızla yaklaşan Stan Van Gundy’nin, dün ilk defa söylediği sözlerdi. Muhabirlerin, SVG’nin Magic’teki geleceği hakkında yönetime telkin veren birilerinin olup olmadığı sorusuna, “Yönetimden üst düzey kişiler bana, Howard’ın benim kovulmam yönünde baskı yaptığını söyledi” diye cevap vermesi, bir çok kişi tarafından iş ahlakına aykırı bulunsa da; basın karşısında SVG’nin bitkin duruşu ve “Artık ne olacaksa olsun” şeklindeki tavırları, olayın SVG açısından artık hangi boyutta görüldüğünü gözler önüne seriyordu.


İşin daha da çirkin tarafı, SVG cümlelerine nokta koymadan, Howard’ın basının yanına gelip SVG’nin elini omzuna atarak, sanki oraya basınla taşak yapmaya gelmiş bir havaya bürünmesiydi. Keza SVG çok uzatmadı ve Howard geldikten kısa bir süre sonra basının yanından ayrıldı. Daha sonra basının sorduğu sorulara, “Ben öyle bir şey söylemedim. Ben ne Otis Smith’im, ne de Alex Martins’im; ben sadece Magic’in oyuncusuyum. Kaynağınız kim sizin?” şeklinde cevap veren Howard, ne yazık ki kaynağın az önce yanından ayrılan SVG olduğunun farkında değildi. Zaten dün geceki Knicks maçında da ikili arasındaki köprülerin tamamen atıldığı daha da net belli oldu.

Ben artık burdan geriye dönüş olmayacağına inananlardanım. Sezon sonu muhtemelen SVG takımdan ayrılacak ve Howard isminin altında daha rahat ezilebilecek bir koç bulmadan bu iş hallolmayacaktır. Ha, bana kalsa Otis Smith’in dünkü Knicks maçında söylediği, “SVG bu takımın koçu, Howard da bu takımın oyuncusu ve bu böyle devam edecek” demesi de, Otis Smith’in o neşteri vuracak forsunun pek olmadığını da ortaya çıkardı. Kim bilir, belki SVG veya Howard’dan önce, Otis Smith’in kellesi gider.

Ama şu artık net olan bir gerçek ki, NBA kariyerinin başında sürekli yüzü gülen, sürekli insanları eğlendirmeye çalışan, iyi niyetli Dwight Howard'ın yerini; insanların arkasından iş çeviren, hiç bir şeyi beğenmeyen, kötü niyetli bir Dwight Howard aldı. Günümüz çağında bu damgayı silmek de çok kolay olmayacaktır.

“Adamlık ağaç değil ki gölgesinde oturasın”

4 Nisan 2012 Çarşamba

Manisa üzerinden Kaliforniya: Sercan Güvenışık

1934 senesinde Washington’a ilk büyükelçi olarak atanan Münir Ertegün, eşini ve üç çocuğunu alarak İngiltere’den Amerika’ya doğru, belki de Amerikan rüyasının ilk yerli adayı olarak yola çıktı. Münir Bey’in Amerika’da büyüyen oğulları Ahmet ile Nasuhi Ertegün’ün müzik dışında bir hayali daha vardı: Kuzey Amerika’da bir futbol takımı kurmak.

Bunun için 1971 yılında dönemin Warner Bros Başkanı Steve Ross’u da yanına alan ikili, Cosmos kulübünü kurarak Pele, Carlos Alberto ve Beckenbauer gibi efsaneleri kadroya dahil etmeyi başardı. Bu efsanelerin arasında bir Galatasaray efsanesi Yasin Özdenak da vardı. Yasin Özdenak’tan yaklaşık 40 yıl sonra, gözlerini dünyaya Almanya’da açmış bir başka Türk futbolcu Amerikan rüyasının peşinden koşmak üzere okyanus ötesine geçmiş durumda. (Gerçi arada bir tane “transferi para için değil Türk futboluna hizmet için yapan” ama otelin barında kalan kaleci Bülent de var)

Birazdan okuyacağınız yazı, futbola Augsburg’da başlayan, arada Denizli ve Manisa’ya uğrayan; Floridalı kız arkadaşıyla birlikte Amerika’nın yolunu tutan Sercan Güvenışık’ın mütevazı futbol hayatı.


1980’in Mart ayının ilk gününde Donauwörth şehrinde dünyaya gelen Sercan, futbol sevdasının peşinde, doğduğu şehrin takımı VSC 1862 Donauwörth altyapısına yazılır. Henüz 17 yaşında, o dönem Güney Bölgesel Ligi’nde yer alan Augsburg ile anlaşan Sercan, Bayern Münih’in altyapı sisteminde kısa bir süre kendisini denedikten sonra Augsburg’a geri döner.

1998-99 sezonunda, 18 yaşındayken Augsburg’un en golcü oyuncusu konumuna gelen Sercan, Bundesliga ekiplerinin radarına girmeye başlamıştır. Sezon sonunda Bundesliga ekiplerinden Duisburg ile anlaşma sağlar Sercan. Fakat Duisburg’daki ilk sezonunda fazla şans bulamaz. Çünkü Duisburg Bundesliga’da çok kötü bir sezon geçirmekte, sürekli teknik direktör değiştirmektedir. Her gelen teknik direktör de ileri uçta tecrübeli Spies ve Beierle’ye şans tanıdığı için Sercan sadece 6 maçta sonradan oyuna girer. Duisburg o sezon 34 maçta sadece 22 puan toplar ve sonuncu olarak gerisin geriye 2. Bundesliga’ya düşer.

Takımın küme düşmesi sonucu tecrübeli isimler takımdan ayrılınca Sercan’a da ilk 11 şansı doğar. Sercan da bu şansı iyi kullanarak o sezon 27 maçta görev alır ve takımın en fazla forma giyen isimlerinden biri olur. Bir sezon sonra teknik direktörlüğe efsane Alman kanat oyuncusu Littbarski’yi getiren Duisburg’da, Sercan artık ilk 11’deki yerini iyice sağlamlaştırmıştır. Sercan’ın istikrarlı oyunu, dönemin Ümit Milli Takım teknik direktörü Raşit Çetiner’in de gözünden kaçmaz ve Sercan ilk defa Milli formayı giymek için davet alır.



Fakat Duisburg bir türlü orta sıralardan kurtulamamaktadır. 2002-2003 sezonunun devre arasında Littbarski’nin görevine son verilince Sercan’ın Duisburg’taki yeri de sallanmaya başlar. Ayrıca, o sezon takıma katılan Senegalli forvet Louis Gomes ile forma mücadelesine giren Sercan, bu mücadelede geri planda kalmaktadır. Sezon sonunda Denizlispor’dan gelen teklifi kabul ederek Türkiye’ye futbol için ilk adımını atar.

Denizlispor bir sezon önce UEFA Kupası’nda 4. Tura kadar çıkmış, 2003-2004 sezonunda da Giray Bulak yönetiminde sezona çok iyi başlamıştı. Ersen Martin, Ömer Rıza, Coşkun Birdal ve Cafer Aydın’dan oluşan hücum hattı içerisinde Giray Bulak’ın gözüne bir türlü girmeyi başaramayan Sercan, bir resmi maç bile oynamadan devre arasında Denizlispor’dan ayrılıp Alman Güney Bölgesel Ligi ekiplerinden Feucht ile anlaşma sağlar.

Feucht’da nispeten iyi bir yarım sezon geçiren Sercan, Türk Telekom Lig A ekiplerinden Vestel Manisaspor’un dikkatini çeker. Vestel Manisaspor bir sezon önce büyük bir yatırımla takımın başına Mustafa Denizli’yi getirmiş, fakat Denizli’nin takımı Birinci Lig’e taşıyamaması üzerine kendisiyle yolları ayırıp Levent Eriş’le anlaşmıştı. Coşkun Birdal ve Cafer Aydın’la tekrar buluşan Sercan, sezona iyi bir başlangıç yapmasına rağmen, sezonun ikinci yarısında hem Mehmet Akdemir’in performansını arttırması, hem de Ankaragücü’nden gelen Birol Aksancak’ın formda oyunu sebebiyle daha az görev almaya başlar. Vestel Manisaspor sezon sonunda Süper Lig’e çıkmıştır, fakat Sercan’a yine Almanya yolları gözükmektedir.


Sezonun ilk yarısını takımsız geçirdikten sonra, Preussen Münster ile anlaşmış ve şu an Karşıyaka’da top koşturan Cihan Yılmaz ile takım arkadaşı olmuştur Sercan. 11 maçta 6 gol ile iyi bir performans sergiledikten sonra, 2. Bundesliga takımlarından Carl Zeiss Jena’nın teklifini kabul eder, ama kadroda kendisine istediği yeri bulamaz, sadece 10 maça çıkar. Bir sonraki sezon Kuzey Bölgesel Lig takımlarından Rot Weiss Essen ile anlaşan Sercan, burada da 24 maçta 6 gollük bir performans sergiler.

2008-2009 sezonu için 3. Bundesliga ekiplerinden Paderborn ile anlaşan Sercan, burada kariyerinin en iyi dönemini geçirir. 30 maçta 17 gol ve 7 asist ile sezonu tamamlayan Sercan, hem 3. Bundesliga Altın Ayakkabı ödülünü kazanmış hem de takımının ligi üçüncü bitirmesinde başrolü oynamıştır. 2. Bundesliga’ya yükselme playout’unda Osnabrück ile oynanan ikinci maçtaki tek golün asistini yaparak takımını bir üst lige taşıyan en önemli oyunculardan biri olmuştur.



Paderborn’u 2. Bundesliga’ya çıkardıktan sonra, hem daha fazla oynama süresi bulmak, hem de evine yakın olmak için Preussen Münster’e dönmeye karar verir Sercan. Preussen Münster ile 3 senelik sözleşme imzalayan Sercan, iki sene iyi bir performansla futbol hayatını devam ettirdikten sonra 2011 yazında, MLS takımlarından San Jose Earthquakes’den bir deneme daveti alır.

Haziran ayında San Jose Earthquakes’in rezerv takımı ile bir maça çıkan Sercan, Los Angeles Galaxy rezerv takımına karşı alınan 3-0’lık galibiyette, iki gol atarak herkesin dikkatini çeker. Earthquakes teknik heyeti tarafından da olumlu övgüler alan Sercan’ın transferi o yaz maalesef gerçekleşmez. Bunun üzerine Sercan Münster’e geri döner ve takımla çalışmalara tekrar başlar.

Get Microsoft Silverlight

Sercan’ı bir kez daha Los Angeles uçağına bindirecek gelişme ise Ocak ayında yaşanır. Earthquakes genel menajeri John Doyle, Sercan’a bir telefon açar ve onu takıma dahil etmek istediklerini kendisine belirtir. Bu haber üzerine çok sevinen Sercan, Münster ile kontratının feshi konusunda görüşür ve çok zorlanmadan serbest kalır. Çalışma vizesini aldıktan kısa bir süre sonra Amerika’ya giden Sercan Earthquakes’e katılır ve MLS’deki ilk resmi maçını 17 Mart’ta Houston Dynamo’ya karşı oynar. Maça yedekte başlayıp son on dakikada oyuna dahil olan Sercan, takımının mağlubiyetine engel olamasa da, MLS’de top koşturan ilk Türk oyuncu olmayı başarır.

Milliyetçilik tribine çok girmeyeceğim de, bir Augsburg sempatizanı olarak Sercan'ın kariyerinin son döneminde başarılı olmasını hakkaten istiyorum.

Ha bir de, kendisine ulaşmak isteyenleri Twitter'a alalım.  https://twitter.com/#!/sercanguvenisik

Kanada'nın Justin Bieber için özrü: Crystal Castles

Kurulduğundan bu yana anca yedi sene geçmiş bir grup için, “Bir müzik janrını yarattı veya şahlandırdı” diyebilen bir insanla doğal olarak rahatça dalga geçilebilir. Fakat, Crystal Castles ismiyle tanışık olanlara, bu cümleyi kullanma hakkı verebiliriz. Neticede bugün “Chiptune” veya “8-bit” olarak tanıdığımız müziğin 2000’lerdeki bayrak taşıyanı olarak Crystal Castles dışında bir isim akıllara getirmeye çalışsak, muhtemelen uzun bir süre düşünmek zorunda kalırız.


Crystal Castles’ın kuruluş hikayesi için, geride bıraktığımız on yılın ilk yarısına ışınlanmamız gerekmekte.

Ontario’daki muntazam evlerinde anası babasıyla sorunlar yaşayan 14 yaşında bir ergen olan Alice Glass; 2002 yılında, muhtemelen yine anasına babasına atarlandığı bir gün, yanına birkaç parça eşya alarak evden kaçtı ve Hollywood filmlerinde gördüğümüz tek odalı evlerde yaşayan, içki ve uyuşturucunun dibine vurmuş arkadaşlarının yanına yerleşti. Arkadaşları sayesinde içkiye, sigaraya ve uyuşturucuya alışan Alice, bir yandan da esrarkeş arkadaşlarıyla birlikte müzik çalışmalarına yöneliyordu. Bu çalışmaların bir meyvesi olarak Fetus Fatale isminde bir kız grubu kuran Alice, apartman altlarında başlayan konserlerin kulaktan kulağa yayılması sonucu, birkaç sene içerisinde grubuyla birlikte Ontario’daki bazı kulüplerde konserler vermeye başlamıştı.

Bu konserlerin birinde, o esnada Jakarta isminde anarşist-punk bir grupta bateristlik yapan Ethan Kath’in dikkatini çekmeyi başarmıştı Alice. Kısa bir tanışma faslından sonra, Ethan yaptığı bazı demoları, üstüne söz yazması için Alice’e teslim etti. Alice’in yazdığı sözlerden çok etkilenen Ethan, derhal bir stüdyo kiralamaya karar verdi. 2005 yılında stüdyoya giren ikilinin ilk şarkısı da, bu stüdyoda yaşanan bir tesadüf üzerine ortaya çıktı. Stüdyo sahibinin sesleri kaydettiğinden habersiz bir şekilde mic check (terime gel) yapan Alice, Ethan’ın verdiği müzik üzerine çeşitli kelimeler söylemeye başlıyor. Bu deneme seansı sona erince, stüdyo sahibi ortaya çıkan sonucu ikiliye dinletiyor. Sonuçtan çok memnun kalan ikili, şarkıya “Alice Practice” (Alice’in Denemesi) ismini veriyor.



O gün stüdyoda tam altı şarkı kaydeden ikiliden Ethan, arkadaşlarının ne düşündüğünü öğrenebilmek için şarkıları kendi MySpace sayfasına koydu. Bir ay sonra tekrar MySpace sayfasını kontrol eden Ethan, tam üç şirketten gelen albüm teklifiyle karşılaştı.

Bu şirketlerden Merok Records ile anlaşan ikili, gruplarına da Crystal Castles ismini koymaya karar verdi. 1980’de aynı isimli bir video oyunu bulunsa da, ikili grubun isminin Youtube’da izledikleri bir She-Ra oyun seti reklamından geldiğini açıkladı. İlginç olan, ikisi de bir bölüm bile She-Ra izlememişti.



Crystal Castles, “Alice Practice” isimli ilk EP’sini 9 Temmuz 2006 tarihinde Merok Records etiketiyle çıkardı. Üretilen 500 plak 3 gün içerisinde tükendi. Fakat grubun ünlenmesini sağlayan en önemli gelişmelerden biri, İngiliz gençlik dizisi Skins’te “Alice Practice” şarkısını bizzat söylemeleriydi. Ayrıca Alt Del Records tarafından 2006 yılında çıkartılan Digital Penetration isimli toplama albümde yer alan “Air War” şarkısı da, albümün en beğenilen şarkısı olarak önce çıktı.

Bu ilginin sonucu olarak bir albüm hazırlamaya karar veren Crystal Castles, “Alice Practice” EP’sinin ve daha önce yapılmış fakat yayınlanmamış şarkılarının yanına üç yeni şarkı daha ekleyip 2008 yılında kendi adlarını taşıyan ilk albümü Lies Records etiketiyle piyasaya çıkardı.

16 şarkı barındıran ilk albüm, altyapı olarak başka şarkıların sample’larından ve Ethan’ın chiptune denemelerinden oluşmaktaydı. Albüm müzik eleştirmenlerinden çok olumlu yorumlar alsa da elektronik müzik dinleyicileri tarafından biraz “enstrümandan uzak, cızırtıya yakın” bulundu. Yine de albüm, grubu haddinden fazla seven NME dergisi tarafından son on yılın en iyi 100 albümü sıralamasında 39. sırayı almayı başardı. Grup ilk video klibini “Magic Spells” isimli şarkıya çekti.



Death from Above 1979, Drinking Electricity ve Van She gibi gruplardan sample kullanan grubun, bana göre bu albümde kullandığı en ilginç sample ise, “Air War” şarkısı için İtalyan müzisyen ve orkestra şefi Luciano Berro’nun “Omaggio A Joyce” isimli eserinden bir bölüm kullanmasıydı.

İlk albümlerinin başarısının ardından dünya çapında çeşitli konserler veren Crystal Castles, ikinci albüm için bu sefer yanlarında baterist Christopher Chartrand’ı da aldı. İkinci albüm için sabit stüdyo kullanmayı tercih etmeyen grup, albümü İzlanda’da terkedilmiş bir kilisede, Kuzey Ontario’da küçük bir kulübede ve Detroit’te terkedilmiş bir eczanenin deposunda hazırladıktan sonra Londra’da Paul Epworth’ün stüdyosunda tamamladı.

Grup, ikinci albümü yayınlamadan kısa bir süre önce, albümde bulunan “Doe Deer” şarkısının yanına daha önce yayınlanmamış ve ikinci albümde bulunmayacak 3 şarkı ekleyerek bir EP çıkardı. Bu EP sadece 500 adet üretildi ve kısa sürede tükendi. EP’nin gördüğü ilgiden sonra, grup fazla ara vermeden ikinci albümünü yayınladı.

Reset! sitesinde kadim dostum Hazal Ekinci tarafından da bir değerlendirmesi yayınlanan ikinci albüm, ilk albümde de olduğu gibi grupla aynı ismi taşıyordu. 14 şarkı bulunan ikinci albüm, eleştirmenler tarafından ilk albümden biraz daha yumuşak bir tonda bulundu ve her kulağa hitap edebilecek şekilde lanse edildi. Doğal olarak, elektronik müzik dinleyicilerinin yanı sıra, diğer kesimlerden de ciddi ilgi gördü. Hatta Ethan, bir röportajda bu ilgiyi hiç beklemediklerini, bu albümü çok bencilce hislerle ve sadece kendileri çok beğendiği için yarattıklarını belirtti. Grup ikinci albümün ilk klibini “Celestica” isimli şarkıya çekti.



İlk albümün aksine sadece 3 sample barındıran albümde, “Year of Silence” şarkısı için Sigur Rós’un “Inní mér syngur vitleysingur” şarkısından vokal sample’ları kullanıldı. Nisan 2011’de “Not In Love” şarkısı için The Cure’un solist Robert Smith ile tekrar stüdyoya giren grup, şarkının yeni versiyonunu sadece internet üzerinden satışa çıkardı. Şarkı aynı zamanda FIFA 12 oyununun soundtrackinde yer aldı. Keza “Celestica” da PES 2011 oyununda kendine yer bulmuştu.

Yeni bir albüm için kendilerine belirli bir zaman koymadıklarını ve boş buldukları her anda şarkı üretmeye çalıştıklarını söyleyen ikili, üçüncü albüm için şu an Varşova’da çalışmalarını devam ettirmekte.

Grubun müzikal geçmişinden bahsettikten sonra, biraz da dedikodu yapmak hakkımız.


Grubun konser performansı birçok kesim tarafından beğenilse de, konserlere genellikle içki ve uyuşturucu etkisi altında çıktıkları için, çoğu konserde garip olaylar yaşanabiliyor.

2007’de Miami’de çıktıkları bir pub konserinde ses düzeninden şikayet eden Ethan, pub’ın sahibine küfrederek sahneden inmeye karar verdi. Uzun uğraşlar sonunda sahneye dönen Ethan, sadece bateri çalarak konseri tamamladı. 2009’daki Barcelona konseri sırasında, güvenlik görevlisinin durduğu yerden hoşlanmayan Alice, birden şarkıyı keserek güvenlik görevlisini yumruklamaya başladı. Aynı sene bir diğer konserde ise, seyircilerin üzerine atlayan Alice, temasından hoşlanmadığı bir seyircinin kafasına mikrofonu geçirdi. İkinci albümün turnesi esnasında, 2010’un Eylül ayında Madrid’de verdikleri bir konserde ayağını inciten ve doktordan bir süre sahneye çıkmaması yönünde telkin alan Alice, doğal olarak bu telkine uymadı ve 2011’in Ocak ayında Tokyo’da verdikleri konserde ayağını kırmayı başardı. Mecburen girdiği tedavi dönemini kafasına göre erkenden sonlandıran Alice, turnenin son beş konserine koltuk değnekleriyle çıktı.

Tabi böyle sorunlara sadece ikilinin imza attığı söylenemez. Londra’daki Rough Trade mağazasının açılışı için planlanan konser serisinin ilk ayağı olarak Crystal Castles bulunmaktaydı. Fakat konser esnasında, dinleyicilerin mağazadaki rafları aşağı indirmeye ve cd’leri kırmaya başlaması sonucu polis devreye girdi ve konser serisi iptal oldu. Los Angeles’ta çaldıkları bir ev partisinde ise, yüksek sesten etkilenen komşuların çağırdığı polisle çatışmaya giren dinleyiciler yüzünden bölgeye polis helikopteri gönderildi ve olay o şekilde kontrol altına alınabildi.


Grubun yasal olarak başının derde girmesi sadece bu şekilde değildi. “Alice Practice” EP’si için İngiltere’de kullandıkları “Mor gözlü Madonna” çalışmasının İngiliz sanatçı Trevor Brown’a ait olduğu ortaya çıkınca, grup sanatçıya belli bir miktar ücret ödeme yapmak zorunda kaldı, ayrıca Amerika’da çıkardıkları EP için bu resmi kullanmaktan da mahrum kaldı. Yine ilk albümde yer alan “Love & Caring” şarkısı için Covox grubunun “Sunday” isimli şarkısından sample kullanan grup, bu sample’ları izinsiz kullandıkları ortaya çıkınca Covox’a bir ceza ödemek zorunda kaldı.

Bir diğer yasal sıkıntı da, ilk albümdeki “Courtship Dating” şarkısındaki sample’ın 50 Cent’in “Ayo Technology” şarkısında da kullanılmış olmasıydı. Bunun üzerine müzik blogları, “Ayo Technology” şarkısının prodüktörü Timbaland’ı izinsiz kullanımla suçladı. Gerçekte ise hem Timbaland, hem de Crystal Castles telif ücretini ödeyerek aynı sample’ı satın almıştı.



Basınla da arası iyi olmayan grubun her röportajı sıkıntılı geçmekte. 2009 yılında verdikleri bir röportajda, Ethan basından nefret ettiğini, sadece plak şirketleri kendisini mecbur ettiği için basınla görüştüğünü söyledi. Genelde kısa süren röportajlar esnasında Ethan, Alice’in konuşmasına hiçbir şekilde izin vermiyordu. 2008’de Now dergisine verecekleri röportaj öncesi Alice kimseye haber vermeden ortadan kayboldu ve turne öncesi aniden ortaya çıktı. Bir de interneti kullanmayı sevmediklerini söyleseler de çok güzel bir Soundcloud sayfası var grubun.


Crystal Castles’ı aşağı yukarı anlattım. Ben dinliyorum, siz de dinleyin.