24 Ağustos 2012 Cuma

Bugün Günlerden Augsburg

Dünyanın en güzel ligi Bundesliga başlarken, Luhukay’ın gidişinden beri Augsburg’la ilgili derinlemesine bir yazı yazmadığımı farkettim. Bu eksikliği doldurmakta fayda var.

Luhukay’ın gidişine aşağıdaki postlarda ayrıntılı değinmiştim, burada kısaca geçeyim. Geçen sezonki neredeyse mucizevi sezondan sonra, Luhukay’ın başkan Walter Seinsch ile aralarının uzun zamandır bozuk oldukları ortaya çıkmıştı. Bir de takımın sportif direktörü ve Luhukay’ın çok yakın arkadaşı olan Andreas Rettig’in Almanya Futbol Federasyonu’ndan gelen teklifi kabul etmesiyle, Luhukay’ın az çok gideceği belli olmuştu. Asıl şaşırtıcı olan ise, Rettig’in yerine sportif direktörlük görevine gelecek olan altyapı sorumlusu Manfred Paula’nın daha sezon bitmeden, bu sezon ikinci lige çıkan Jahn Regensburg’un genç teknik direktörü Markus Weinzierl ile anlaşmış olması, hatta Jahn Regensburg’un sağ beki Ronny Philp’in transferi için söz kesmiş olmasıydı.

Böyle garip bir hava ile yaza girdi Augsburg. Herkesin beklentisi, kalite açısından ligin en kötü takımı olan ama Luhukay sayesinde özellikle ligin ikinci yarısında sağlam bir takıma dönüşen Augsburg’un, Luhukay’ın gidişinden sonra küme düşmeye yakın olduğuydu. Ben dahil.

Bu adam Manfred Paula, bir daha aklınızda kalmayacak gerçi.
Ama itiraf edelim, Manfred Paula yaz döneminde boş oturmadı ve ciddi transferler yaptı. Ha, yaz başındaki yaşanan sıkıntılardan dolayı hala kendisini suçluyorum, ama hakkını vermem lazım. Peki kadrodan kim gitti, kadroya kim geldi?

KİM GELDİ: Milan Petrzela, Ragnar Klavan, Kevin Vogt, Aristide Bance, Ronny Philp, Andreas Ottl, Jan Moravek (bonservisi alındı), Ja-Cheol Koo (tekrar kiralandı), Giovanni Sio (kiralık), Knowledge Musona (kiralık)

KİM GİTTİ: Daniel Brinkmann, Axel Bellinghausen, Patrick Mayer, Nando Rafael, Edmond Kapllani, Jonas De Roeck, Andrew Sinkala, Marcel Ndjeng, Hajime Hosogai, Akaki Gogia.

Gidenlerden bir tek seni bana ekledikten sonra, tahmini ilk 11’i de yazıp, takım üzerinde konuşmaya başlayabiliriz.

Jentzsch - Verhaegh, Sankoh, Langkamp, De Jong - Ottl, Koo, Baier - Sio, Bance, Hain.


Defanstaki oyuncular, aşağı yukarı geçen senekiyle aynı olacak. Geçen sene Luhukay, Möhrle-Sankoh ikilisiyle sezona başlamış, ama devre arası Möhrle takımdan ayrılınca Langkamp’ı onun yerine monte etmiş, yanına da ön libero özellikleri daha belirgin olan Callsen-Bracker’i yerleştirmişti. CallsenBracker-Langkamp ikilisi, özellikle önlerinde Hosogai ile birlikte sezonun ikinci yarısında, 19 maçta sadece 4 kere kaybeden takımda müthiş bir performans göstermişti.

Hazırlık maçlarında ise Wienzierl çoğunlukla Sankoh-Langkamp ikilisini tercih etti. Bunun dışında Alkmaar’dan alınan Estonya Milli Takım kaptanı Ragnar Klavan da var, ama sezonun ilk maçlarında bu ikiliyi kesmesini beklemiyorum. Yine de daha güvenilir bir yedek olacağı kesin. Verhaegh sağ bekte yine tek tercih, onun da Twente’ye gitme ihtimali vardı ama takım kaptanı olarak ayrılmamayı tercih etti. Verhaegh’in yedeği konusunda biraz sıkıntı var, 27 yaşındaki en kötü futbolcu Dominik Reinhardt ilk yedek olacak gibi görünüyor. Burada sürpriz, Wienzierl’in koltuğunun altına alıp getirdiği Ronny Philp’ten gelebilir; Reinhardt’ın adını hatırlatmaması bile ilk sene için başarıdır. Sol bekte ise De Jong ve Ostrzolek dönüşümlü oynayacaklar, ikisinin arasında çok ciddi performans farkı yok, ikisi de vasatın biraz üzerinde topçular, ama bu seviye için de yetersiz diyemeyiz.

Gelelim, orta sahadaki cümbüşe. Hosogai’nin geçen sezonki müthiş performansından sonra tutulamayacağı açıktı, o da doğal olarak Leverkusen’e geri döndü. Onun yerine ise, hiç beklemediğim bir şekilde Hertha Berlin’den Andreas Ottl geldi ki, en şaşırdığım ve sevindiğim transfer bu oldu. Ottl, Bayern’den beri takip ettiğim bir oyuncuydu, Hertha’da da geçen sene istikrarlı bir performans sergiledi. Hosogai’nin gidişinden sonra ön libero boşluğunu kesinlikle dolduracaktır. Ön libero yedeği olarak da geçen sezon defansın ortasında daha çok yer bulan Callsen-Bracker’i sayabiliriz. Zaten kendisi joker gibi adam, nereye koysan oynuyor.


Ama takımın en önemli jokeri ise Ja-Cheol Koo. 2012 Londa Olimpiyatları’nda Güney Kore Olimpiyat Takımı’nın da kaptanlığını yapan Koo, geçen sezon devre arasında Wolfsburg’dan kiralandığında açıkça itiraf edeyim, beklentim sıfırdı. Ama Koo, forma giydiği ilk maçtan itibaren orta sahayı toparladı, hem topa baskı yaptı, hem orta sahada top dağıttı, hem yeri geldi sağ forvetten hücuma top taşıdı. O hep bahsettiğim, geçen sezonun ikinci yarısındaki müthiş çıkışın en önemli faktörü kesinlikle Koo’ydu, onu bu sene takımda yeniden görmek harika. Ya belki “Abartıyorsun lan!” diyebilirsiniz de, şu and Beşiktaş’ta Fernandes gidip Koo gelse, ağzımı açmam. Tabi önce onun için Koo’yu daha Kore’deyken görecek vizyon lazım. Neyse, inşallah o günleri de görürüz :(

Koo’nun yanında ise, daha bir hücuma dönük orta saha olarak Daniel Baier oynayacak. Baier uzun süredir takımda ve en istikrarlı isimlerden biri, o da Koo gibi hem orta sahada hücuma dönük, hem de sağ kanatta oynayabiliyor. Geçen sezon Koo ile birlikte önemli bir uyum yakaladılar, özellikle arkalarında Ottl ile birlikte bu uyumu tekrar yakalamamaları için bir neden yok.

Orta sahada ilk 11 çıkacak oyuncular konusunda bu kadar umutluyken, maalesef yedekler konusunda yine acı konuşacağım. Orta saha yedekliği bu sene Bochum’dan gelen ve ilk defa Bundesliga havası alacak olan Kevin Vogt’a ve Edgar Davids’in kuzeninden başka bir vasfı olmayan Lorenzo Davids’e kalacak gibi, ki Davids’in performansını geçen sezondan hatırlıyorum, ona kalırsak işimiz yaş. Burada da Vogt’un iyi bir performans vermesini beklemekten başka şansımız yok.

Takımın en çok level atlayan bölgesi ise kesinlikle hücum hattı. Geçen sezon ilk yarıda Sascha Mölders’in üstüne kalan, onun da ikinci maçtan sonra şalteri kapatması yüzünden taraftara acı çektiren forvet bölgesine çok önemli transferler yapıldı bu sene. Yok, Bance değil, sayacağım. Ya da önce Bance’den bahsedelim.


Bance’yi az çok biliyorsunuz, Samsunspor’a büyük umutlarla geldi, kendisine ligin ilk yarısında çok büyük şans verildi, tutmadı. Sonra Al-Ahli’ye gitti filan. Neyse, konumuz o değil. İnsanların Bance ile ilgili konuşurken unuttuğu şey, Bance’nin daha önce Bundesliga havası almış bir oyuncu olduğu. Bance Mainz ile Bundesliga’da 10 gol attı ki, azımsanacak bir sayı değil. Olayın bir de şu yüzü var, Sascha Mölders’in ilk devreyi komple kapattığını düşünürsek, alınabilecek bir risk. Şu ana kadar hazırlık karşılaşmalarında ve kupa maçında iyi top oynadı, inşallah hepimizi utandırır.

Önemli transferler demiştim. Wolfsburg’dan Sio, Hoffenheim’dan da Musona kiralandı, ki bu iki forvet de geçen sezonun ikinci yarısında takımlarında ciddi süreler aldı ve önemli katkılar yaptılar. Kiralık da olsa bu iki oyuncunun katkı vereceği açık. Benim yine takdir ettiğim bir diğer transfer ise, Viktoria Plzen’in Şampiyonlar Ligi macerası sırasında herkesin adını sayıkladığı Milan Petrzela’nın alınması oldu. Teknik direktörü Weinzierl, hazırlık maçlarında Petrzela’ya pek ısınamamış gibi görünse de, tecrübeli bir oyuncu, harcayacağını düşünmüyorum. Kafamdaki sistemde 4-3-3’ten 4-3-2-1’e dönülmesi gerektiği anlarda Petrzela önemli bir rol oynayabilir sağ kanatta.

Çünkü şu andaki forvet hattı solda Sio, ortada Bance, sağda Hain gibi gözüküyor ki, Sio ve Hain kanatta değil, forvete yakın oynadığında daha etkili olan oyuncular. Augsburg’un kanadı savunması ya da kanattan hücum etmesinin icap edeceği maçlarda ise solda Werner (ki kendisini çok severim), sağda ise Petrzela ikilisi daha fazla katkı sağlayacaktır. Bir de, bu hücum hattında daha Moravek var, sakatlıktan dönecek Mölders var, geçen sezon Mölders saldığında onun yerine ileride iyi performans gösteren Torsten Oehrl var, var oğlu var. Weinzierl forvet hattında doğru rotasyonu yakalayabilirse başarı daha rahat gelir.

Bir de son not olarak, bu takımın Bundesliga’ya yükseldiği sezon ikinci ligde çok büyük bir performans sergileyen ve taraftarın büyük sevgisini kazanan Nando Rafael’in gitmesine de çok üzüldüm. Nando’nun arkasından son defa: ANGOLA’DA DOĞDU, AUGSBURG’LU OLDU, HELAL OLSUN SANA, NANDO RAFAEEL, NANDO RAFAEEL, OOOOOO!


TAHMİN: Takımın ilk 11 oyuncularına baktığımızda şu kadronun ligde tutunabileceğini söyleyebilirim, en azından orta sahada yıkılmayacağı çok açık, ama orta üçlüden biri sakatlandığı an aniden tepe taklak aşağıya inmesini beklemek hayalcilik olmaz. Hatta Ottl-Koo-Baier'den birini çektiğin anda sıkıntı başlar.

Ben yine taraftar iyimserliğimi koruyorum, bu sezon düşmeyiz, playoff’un bir üstünde ligi bitiririz diyorum. Bize gelene var Fürth var, sezon ortasında dağılacak Düsseldorf var, Arnesen’in şişme Hamburg’u var, Mainz filan var.



3 Temmuz 2012 Salı

Takasbank: Clippers-Jazz-Mavericks-Clippers

Los Angeles Clippers: Lamar Odom
Utah Jazz: Mo Williams, Shan Foster’ın draft hakları
Dallas Mavericks: Tadija Dragicevic’in draft hakları
Houston: Furkan Aldemir’in draft hakları


Kağıt üzerinde Clippers istediğini almış gibi duruyor. Mo-Will, geçen sene Billups geldikten sonra bir fazlalık oluşturuyordu Clippers için, fakat Billups’ın sakatlığı sonrası tekrar kıymete binmişti. Seneye Billups’ın tekrar döneceğini, Clippers’ında benchten skor katkısı getirecek bir SG bulacağını ön görürsek, Williams’ı waive etmek yerine, değeri varken takas etmek güzel hamle. Odom’u ise geçen sene Dallas’ta hatırlıyoruz, keşke hatırlamasak tabi. Clippers, biraz da Odom’un Lakers yıllarına güveniyor, evine döndüğünde daha iyi performans sergileyeceğini düşünüyor. Haksız da değiller bence, alınabilecek bir risk.

Harris varken Mo-Will’in tekrar Utah’a dönmesi garip bir hamle olurdu ama Utah’ın iki gün önce yaptığı Devin Harris-Marvin Williams takası bu takası anlamlı kıldı. Harris’in gidişi üzerinden yorumlarsak, Utah aşağı yukarı aynı katkıyı verecek bir oyuncuya takımı emanet edecek. Jefferson-Millsap-Favors-Enes gibi bir uzun kadrosunun bulunduğu bir takımda, direksiyonu shooting-first bir oyun kurucuya vermek ne kadar sağlıklı, o da tartışılır. Keşke Andre Miller filan kovalasalardı, daha güzel otururdu şu kadroya.

Houston’un Furkan’ın haklarını alması Furkan açısından iyi bir hamle, çünkü Houston, Avrupa piyasasını yakından izleyen, Spanoulis, Scola, Nachbar ve Andersen gibi yabancıları kadroya eklemekten korkmayan bir organizasyon. Furkan’ı da yakından takip edip, tatmin oldukları anda çağıracaklardır.

Dallas ise Deron Williams’a daha rahat imza attırabilmek için cap açmak adına bu takası yaptı. Odom onlar için bir yük olmuştu geçen yıl, daha fazla tatsızlaşmadan yolları ayırmış oldular.


CLIPPERS: 6.5/10
JAZZ: 4/10
HOUSTON: 5/10
DALLAS:5/10

28 Haziran 2012 Perşembe

Takasbank: Bucks-Rockets

Milwaukee Bucks: Samuel Dalembert, 2012 Draftı 14. Sıra
Houston Rockets: Shaun Livingston, Jon Brockman, Jon Leuer, 2012 Draftı 12. Sıra


Gün geçmiyor ki Houston Rockets draftta yukarı çıkmak için bir takas daha yapmasın.

Geçen sezondan beri, cap rahatlatmak için Dalembert’in gönderileceği sürekli konuşuluyordu, kısmet bu draftaymış. Aslında Dalembert’i verip draftta iki sıra yükselmek minimal bir başarı sayılabilir, fakat karşılığında aldıkları oyuncular bunu biraz dengeliyor. Normalde bu oyuncuların serbest bırakılması beklenebilir, ama Rockets muhtemelen Leuer ile Livingston’u tutacak. Leuer geçen sezon Scott Skiles tarafından dönem dönem ilk beşte kullanıldı ama düzenli katkı verecek bir yedeğe dönüşebilecek mi, asıl soru o. Başpehlivan Brockman ise hala kalıbının üstüne bir yetenek kırıntısı ekleyebilmiş değil. Sert bir oyuncu, ama bir basketbolcunun tek özelliğinin orta boy bir taş parçasıyla aynı olması onun için hoş değil. Livingston ise malum sakatlıktan sonra hala çekinerek oynuyor, iyi bir yedek PG olabilir, ama Houston’un Lowry’yi gönderip yerine ilk beş çıkacak bir PG alması lazım.

Milwaukee içinse bu takası beğenmedim dersem yalan olur. Bogut sakatlandıktan (ve daha sonra gittikten) beri beş numarada Gooden’ı oynatmaya çalışan ve hala çözemediğim bir biçimde Gooden’den çok ciddi katkı alan Milwaukee için Dalembert makul bir deneme olabilir. Neticede savunma konusunda vasatın üstü bir uzun, smaç da yapabiliyor. İlk beşte olmazsa yedeğe koyarsın, orada da sırıtmaz. Ha, kadroda tutmazlarsa da problem değil, 6 milyon küsürlük kontratının son senesinde ve sadece 1.5 milyon dolarlık kısmı garanti. Ayrıca, Dalembert’i alıp draftta da sadece iki sıra gerilediler. Seçmek istedikleri oyuncu havuzu içerisinde kalacaklardır.

BUCKS: 7/10
ROCKETS: 5/10 (Howard takası olursa 7-8’e ulaşma şansı var)

Takasbank: Rockets-Timberwolves

Houston Rockets: 2012 Draftı 18. Sıra
Minnesota Timberwolves: Chase Budinger, Lior Eliyahu’nun hakları.


Rockets’in bu takası (ve haliyle yukarıdaki takası) neden yapmak istediği aşikar. Gün içinde başka takaslar yaparak, draftta yukarı çıkmak ve Magic’i memnun edecek bir teklif ayarlayıp Dwight Howard’ı bir seneliğine de olsa kadrolarına katmak istiyorlar. Bunun için Chase Budinger’dan vazgeçtiler. Budinger bir ikinci tur seçimi olarak, ilk iki sene Rockets’a beklenenden fazla katkı verdi ama geçtiğimiz sezon seçilen başka bir ikinci tur seçimi Chandler Parsons’ın on yıllık topçu gibi oynaması yüzünden biraz geri planda kaldı. Yine de Budinger’ın ederinin karşılığını aldıklarını düşünüyorum.

Minnesota cephesi için durum biraz garip. Budinger gibi çoğu takımda ilk beş çıkabilecek, iyi bir tamamlayıcı parçayı normal bir bedel karşılığında aldılar. Garip olan ise Budinger’ın süre alabileceği SF ve SG pozisyonlarında takımın ağzına kadar genç oyuncuyla dolu olması. Michael Beasley, Derrick Williams, Wesley Johnson ve Martell Webster gibi oyuncuların üstüne bir de Budinger’ı getirdiler. Adelman’la beraber Budinger önemli katkılar verecek bir oyuncuya dönüşebilir, ama önce o şişkinliğin azaltılması lazım. Beasley ve Webster’ı uçurabilirlerse, Love ve Rubio’yla birlikte Budinger atletik bir şutör olarak önemli katkı verebilir. Eliyahu da bu saatten sonra gelir mi, pek ihtimal vermiyorum. Belki Avrupa’da yükünü aldıktan sonra bir Amerika havası alayım diyebilir.

TIMBERWOLVES: 6/10
ROCKETS: 5/10 (Yine Howard takası olursa 7-8'e gider)

Takasbank: Pistons-Bobcats

Detroit Pistons: Corey Maggette
Charlotte Bobcats: Ben Gordon, Pistons’tan birinci tur draft hakkı (2013’te ilk 14 korumalı, 2014’te ilk 8 korumalı, 2015’te 1 numara korumalı, 2016’da korumasız)


Çok afedersiniz, “osursa yaprak oynamaz” diye bir tabir vardır, Bobcats ve Pistons için bu kalıbı rahatlıkla kullanabilirim. Kabul, bu takasın da belli amaçları vardır mutlaka, ama iki takım için de olağanüstü sonuçlar doğurmayacağı açık.


Takasın karlı tarafı olarak burun farkıyla Bobcats’i gösterebilirim. Jordan sezon sonu Paul Silas’ı kovduktan sonra coachluğa Mike Dunlap’i getirdi. İlk izlenimlerim Dunlap’in, Silas gibi olanları izlemektense bir şeyleri değiştirmeye çalışacağı yönünde. Verdiği ilk röportajlardan birinde, Charlotte’un ciddi bir dış şut sorunu olduğundan bahsetti (sanki diğer sorunları yokmuş gibi) ve o açıklamanın üstüne Gordon takası geldi.

Gordon önemli bir şutör, Dunlap’in bahsettiği dış şut sorununda mutlaka yardımcı olacaktır ama haliyle Charlotte’u büyük başarılara taşımaz. Ben Charlotte’un sorununun Wizards’la aynı olduğunu düşünüyorum, genç oyuncu yetiştirmeye çalışırken yerlerinde saydıklarını unuttular, dolayısıyla o gençler de bir türlü gelişemedi. Bunun yerine, gençlerin etrafında vasat da olsa katkı verebilecek veteranlar toplamak yukarı doğru bir adım olur. Gordon bu adımın tamamı değil, ama bir parçası olabilir çünkü bu iş Diop’la filan olacak bir iş değil. Bu drafttan Robinson’u da alıp, Walker-Gordon-Henderson-Robinson-Biyombo gibi bir beşle yola çıkacabilirler, taraftara her halükarda büyük sabır lazım.


Pistons ise Billups-Iverson takasından beri hala belini doğrultamamasının diyetini ödüyor bir yerde. Dumars’ın büyük ümitlerle ama çok gereksiz şekilde uzun bir kontrat verdiği Ben Gordon’un kalan kontratını gönderebilmek için birinci tur draft hakkından vazgeçtiler. Bu uzun vadede korumasız hale gelen draft hakları sıkıntılı bir iş. Detroit’in 1997 senesinde Memphis’le yaptığı Otis Thorpe takası karşılığında aldığı birinci tur draft hakkı 2003 senesinde ikinci sıraya dönüşmüştü. Gerçi Milicic’i seçerek tarihin en büyük dingilliğine imza attılar, o ayrı. Yani, 2015 senesine kadar kendilerini toplayamazlarsa, Memphis’le aynı duruma düşmeleri muhtemel.

Gordon’un gidişi şişik olan 1-2 numara bölgesini biraz rahatlattı ama daha orada Stuckey’si var, Knight’ı var. Maggette de Prince’le aynı bölgeyi paylaştığı için muhtemelen ya sezon başı ya da takas süresinin dolmasından önce serbest bırakılır. Zaten onun kadroya katılmasının tek sebebi ücret düşürmek.

PISTONS: 3/10
BOBCATS: 4/10

Takasbank: Hornets-Wizards

New Orleans Hornets: Rashard Lewis, 2012 Draftı 46. sıra
Washington Wizards: Trevor Ariza, Emeka Okafor

Bir alttaki Hornets yazısında bu takasın Hornets için ne anlama geldiğinden bahsetmiştim. Burada tekrarlayayım, Hornets için tamamen finansal külfetten kurtulma amacıyla yapıldı bu takas. Ariza ve Okafor vasatın biraz üstü ama çok istikrarsız katkı veren iki oyuncu olarak toplam 21 milyonu hiç bir şekilde hak etmiyordu. Tabi bu 21 milyonu seneye de ödeyecek olmak vardı. Bunun yerine Hornets, tek bir sene 22 milyon kazanacak bir oyuncuyu ve son yılların en derin draftlarından biri olarak kabul edilen bu draftta bir ikinci tur hakkını kazandı. Zaten Lewis’in kontratının tamamı garanti olmadığı için, muhtemelen Lewis serbest bırakılacak ve ona sadece (!) 14 milyon dolar ödenecek. Hornets için bu takasta ne kötü dersek, 3 numarada sadece Al-Farouq Aminu kaldı, ama seneye de ciddi başarı kovalamayacağımızdan, eski bir lotarya seçimi olan Aminu’yu ilk beş çıkarmak mantıksız değil.


Wizards da bu takasla oyuncu kalitesini arttırmayı planlamıştı, biraz pahalı olsa bunu gerçekleştirmeyi başardılar. Gerçi yeni sahip Ted Leonsis, geçen sezon yaptığı McGee-Nene takasıyla iyi bir kadro için para harcamaya hazır olduğunu gösterdi, fakat her şey para harcamakla bitmiyor tabi. İki sezon boyunca FA hareketlerinde çok kısıtlı kalacak Wizards. Gerek Nene, Okafor ve Ariza’nın kontratları gerekse de gençlerin opsiyonlarının kullanılması sonucu, iki sene boyunca şimdiden salary cap civarında dolaşmayı kabul etmiş durumdalar.

Sportif açıdan bakarsak, Wall’un takımdaki geleceği açısından da ona iyi bir mesaj oldu. Wall-Crawford-Ariza-Nene-Okafor gibi Doğu standartlarında iyi bir beş kurdular, drafttan da Beal’i seçebilirlerse Crawford gibi “ver atsın” tadında bir oyuncuyu benchten getirip daha da efektif kullanabilirler. Tabi Wall’ın da daha ciddileşmesi, etrafındaki çoluk çocuğun gittiğini farketmesi lazım. Wall eğer takımın lideri olarak o basamağı çıkabilirse, Wizards beklenenden daha çabuk sürede yukarılara çıkabilir. Ama şu andaki kadro için Doğu 8.liği makul bir hedef gibi duruyor.

HORNETS: 9/10
WIZARDS: 7/10

27 Haziran 2012 Çarşamba

Kafamda Deli Sorular: New Orleans Hornets

Bloga da nerden baksan 2 aydır yazı yazmıyormuşum. Hazır NBA Draftı yaklaşırken, Hornets de yavaş yavaş gündeme oturmuşken, bir değerlendirme yapayım dedim, draft sonrası yapsam muhtemelen güncelliğini kaybecekti.

Geçtiğimiz 2 ayda Hornets camiası neler yaşadı, bir sıralayalım.

- Draft lotaryasında birinci sırayı çekme şansımız %13,7 olmasına rağmen, draftta birinci sırayı çektik. Dolayısıyla Anthony Davis’i çektik.

- Sezon başındaki CP3 takası sonucu elde ettiğimiz Minnesota’nın ilk tur draft hakkıyla 10. sıradan bir lotarya hakkı daha elde ettik.

- Emeka Okafor ve Trevor Ariza’yı, Rashard Lewis ve 2012 Draftı’nda 46. sıra karşılığında Washington’a takas ettik.

Şimdi, haliyle kafamızda deli sorular var. Kendi kendimize soralım o zaman bu soruları.



• Yahu, Hornets nasıl oldu da birinci sırayı aldı? Bu takım daha 2-3 ay önce NBA’in değil miydi? Sakın gizli bir anlaşma yapmış olmasınlar yeni sahip Tom Benson’la.

Heyecanını anlıyorum kardeşim, ama o iş o kadar basit değil. Lotarya gecesi Twitter’de biraz bahsettik. Burada biraz daha ayrıntılı yazalım. Lotarya öncesi bahsedilen 1000 top muhabbeti, biraz eski usul bir muhabbet. Bugün kullanılan sistemde ise, bir bilgisayar yardımıyla 14’ün 4’le olan kombinasyonundan 1001 tane olasılık üretiliyor, 1 olasılık dışarıda bırakılarak kalan 1000 olasılık 14 takıma dağıtılıyor. Mağlubiyet sayısına göre en kötü takım (geçtiğimiz sezon bu takım Charlotte’tu) 250 tane olasılığa sahip oluyor.

Bilgisayar 3 tur olmak üzere, bu 14 sayı içerisinden 4 kez seçim yaparak birinci, ikinci ve üçüncü sırayı seçen kombinasyonları belirliyor. Hornets’e bu sene birinci sırayı kazandıran kombinasyon ise 4-9-6-7 idi.

Her ne kadar televizyondan yayınlanmasa da, lotarya çekilişi aslında şeffaf bir işlem. Bağımsız bir denetim firması olan Ernst&Young’dan bir görevli, lotarya sırasında bir dolap dönmemesi için hazır bulunuyor. Ayrıca, isteyen takımlar da lotaryaya gözlemci gönderebiliyor. Zaten izlediğimiz yayından yaklaşık 1 saat önce lotarya çekilişi yapılmış oluyor ve çekilişe katılanlar odadan dışarı çıkartılmıyor.


• Tamam lan inandık, şans yüzünüze gülmüş. Peki Anthony Davis’i aldınız da ne işinize yarayacak?

Anthony Davis’in tüm özelliklerini bir kenara bırakırsak, David West’ten sonra geçen sene bir türlü doğrultamadığımız bir bölgeydi dört numara. Carl Landry, Jason Smith, Gustavo Ayon dönüşümlü sezonu tamamladılar, hatta sezonu Lance Thomas tamamladı. Görece eksik kaldığımız bir pozisyona Anthony Davis cuk oturacak. Davis’in özelliklerinden biraz bahsetmek gerekirse, herkes tarafından yüceltilen yanı, şu anda bile NBA ayarında bir savunmacı olması. 2,10 boyunda ve 2,27 kulaç uzunluğuna sahip Davis’in Hornets’te hemen süre bulacağını ön görürsek, daha da hayvani bir savunmacıya dönüşmesi muhtemel.

Bununla birlikte hücumunun henüz NBA’de bir yıldız seviyesinde olmadığı da belirtiliyor. Yıllar yılı David West’in orta mesafeden leblebi gibi soktuğu şutlara alışan Hornets camiası için biraz zor bir dönüşüm, ama Davis de kütük değil. İlk yıllarda sayılarının çoğunun asist üzerinden bulacağını söylemek yalan olmaz, ama özellikle orta mesafe şutunu geliştirmesiyle birlikte ciddi bir tehdit olacağı aşikar. Davis’i birinci sıraya çıkartan da bu potansiyelin onda mevcut olması. Ayrıca şimdiden bir yıldız gibi davranmaya başladı, tekkaşıyla ilgili yapılan tüm sloganların, tüm esprilerin patentini aldı. Zeki adama benziyor. Ha bir de kaşlara dokunmasın, onda sıkıntı yok da, o dişleri biraz düzelt be kardeşim, sigorta kuyruğu beklemiyorsun yani.

Daha ayrıntılı bir Davis portresi için İsmail Şenol’un yazdığı şu yazıya ışınlan.

• Işınlandım. O değil de, siz bir de takas yaptınız, sezon öncesi takas yapılabiliyor muydu?

Takımın sezonu sona erdiyse yapılabiliyor tabi. Hornets’le Wizards’ın sezonunun daha Mayıs’ta bittiğini öngörürsek, bu takasın yapılması için bir engel yok. Sadece ikinci tur hakkının nerde olacağı belli olacaktı ki, o da zaten haftalar önce belli oldu.


• Heea, anladım. E ne işe yaradı bu takas, Hornets karlı mı çıktı zararlı mı çıktı, ondan bahsetsen, tatava yapmasan?

Kalbimi kırıyorsun, niye anlatmayayım. Yüzeysel bakarsak, bu takastan Hornets’in karlı çıktığını söyleyebiliriz. Okafor ve Ariza’nın kontrat toplamları yaklaşık 21 milyon dolar ediyordu ve kontratları 2 sene daha devam edecekti. İki oyuncunun da toplam 21 milyon dolarlık bir oyun ortaya koymadığı aşikar. Bunun yerine kontratı sezon sonunda bitecek Rashard Lewis’i alarak, muhtemelen iddialı olmayacağımız bir sezonun ardından free agent havuzuna elimiz daha kuvvetli gireceğiz. Zaten Lewis’i serbest bırakacağız, çünkü Lewis’in bu sene alacağı 22 milyon doların sadece 14 milyonu garanti.

• Yuh. E o kadar amnesty amnesty diyorlar, siz bu Lewis’i amnesty edemiyor musunuz?

Maalesef. Takımlar yeni CBA’den sonra takasla aldıkları oyuncuları veya yeni kontrat verdikleri oyuncuları amnesty edemiyorlar. Biz de muhtemelen Lewis’i serbest bırakacağız. Lewis’i serbest bıraktığımızda, kendisine ödememiz gereken 22 milyon yerine 14 milyon ödeyeceğiz. Ha bir oyuncuya, “Sen gelme ulan ayı” demek için 14 milyon dolar vermek garip ama, burası NBA. Bu takasın Hornets açısından tek amacı finansal olarak takımın elini rahatlatmak, çünkü daha imzalanacak oyuncular var. Eric Gord…

• Dur lan Eric Gordon’a girme, önce şu drafttaki diğer haklardan bahset. Onuncu sıra var, Washington’dan gelen kırk altıncı sıra var.

Ben de ne zaman soracaksın diye bekliyordum. Okafor’un gidişinden sonra pota altında bir pivot eksikliği yaşayacağımız aşikar. Smith ve Ayon her ne kadar dönem dönem pivot oynasalar da, ilk beş olarak oynamak için eksik kalacaklar. Anthony Davis’i de daha ilk seneden pivot oynatıp, kendinden daha kalıplı oyuncuların üzerine salmayacaklarını düşünüyorum. Ben Hornets’in GM’i olsam, hazır draftta bu kadar uzun oyuncu varken 10. sıradan da bir pivot seçerdim. O sıraya kalacak en muhtemel pivot Tyler Zeller gibi gözüküyor. Keşke Andre Drummond oralara düşse, ama zannetmiyorum.

Bununla birlikte Houston’la girişileceği dedikodu edilen takaslar var. Lowry+16 veya 18. Sıra karşılığında Jack+10. Sıra takası konuşuluyor. Böyle bir takasın gerçekleşmesi durumunda (Drummond’a), Meyers Leonard veya Jared Sullinger gibi isimler de olabilir.

Gelelim bizim yönetimin planlarına. Hornets haftalardır workoutlar düzenliyor ve bu workout’larda en beğenilen oyuncu Austin Rivers oldu. Hornets yönetiminin eğilimi de, takımın ihtiyaçlarından ziyade o sıraya kalan en iyi yeteneği seçmek gibi duruyor. Muhtemelen Rivers seçilecektir. Kimbilir, belki Kaman’la yeniden anlaşılır, pivot eksiği öyle kapatılır. Kendisini çok severim, ama zor gözüküyor.

Bir de 46. sıra var tabi. Bu kadar derin olduğu iddia edilen draftta muhtemelen katkı yapacak bir oyuncu bulunur ama Hornets’in bu hakkı Avrupalı oyuncular için kullanması gerektiğini düşünüyorum. GM Dell Demps iki sezon önce Efes-Karşıyaka playoff serisinde Furkan Aldemir’i izlemek için bizzat Türkiye’ye gelmişti. Coach Monty Williams’ın seveceği tarzda iyi ribaundçu bir uzun, lakin hücum anlamında fırınlar dolusu ekmek yemeli. Yine de seçildiğinde bir sene Avrupa’da bırakılacaktır. Ayrıca, takımdaki tek 3 numaranın Al-Farouq Aminu olduğunu düşünürsek, Kostas Papanikolaou gibi bir ismi seçip, sezon sonu getirmek de iyi bir seçim olabilir.

• Tamam şimdi Eric Gordon’dan bahset bakalım. Geri alabilecek misiniz deli oğlanı, alacaksanız kaç para vereceksiniz? Parayı döktükten sonra sakatlanmasın, astarı pahalıya gelmesin?

Sakatlık filan ne kötü kelimeler bunlar ya.


• E nabayım lan, herif geçen sene 10 maç ya oynadı, ya oynamadı.

Sen de haklısın. Gordon’dan bahsedelim o zaman. Eric Gordon RFA olduğu için, Hornets’in Gordon’a gelen teklifleri karşılayarak takımda tutma şansı var. Gordon sezon içinde Hornets’in 4 yıl 43 milyonluk uzatma teklifini biraz az bularak kabul etmemişti, ki kendince haklı, muhtemelen başka bir takımdan daha fazla bir teklif alacaktır. Ama Dell Demps, Gordon’u her halükarda takımda tutacaklarını belirtti. Diğer takımlardan önce Hornets bir teklif yapıp işi tatlıya bağlayacaktır diye düşünüyorum.

Eric Gordon başka bir takımdan en fazla 4 yıl 55 milyon dolarlık bir teklif alabilir. Bu meblağ da Hornets’in Gordon’a 4 senede vereceği maksimum ücretten 5 milyon daha az. Demps de muhtemelen buna güveniyor ve Gordon’u takımda tutacaktır. Bununla birlikte, Demps’in Gordon’a bir jest yapıp 5 senelik bir kontrat önerme şansı var ki, ben pek bunu ön görmüyorum.

Gelelim Gordon’un sakatlık mevzusuna. Geçen sezon sadece 9 maç oynadı, ama onun oynadığı maçta Hornets 7 galibiyet almayı başardı. Takım içinde farkını kesinlikle hissettiriyor. Müthiş bir hücum silahı, hem set içinde hem birebirde sayı bulabiliyor. Patlayacılığı da üst seviyede, gerçi geçen sezon yaşadığı diz kapağı kırığından sonra sezon içinde kendini pek zorlamadı. Anthony Davis ile birlikte, sürekli dile getirilen o iç-dış kombinasyonunun en önemli ayağı olabilir. Sakatlığa yatkın bir oyuncu, ama ben geçen sene onun bilerek riske edilmediğini ve bu kadar maç kaçırdığını düşünenlerdenim. 4 sene 55-60 milyon civarında bir kontratı gözüm kapalı bağlarım Gordon’a. (Benim yârim inci takar Gordon’a Gordon’a)

• E son olarak seneye nasıl bir kadro olacak, onu yaz da gideyim, işim var daha.

Jack-Gordon-Aminu-Davis-Smith / Vasquez-Rivers-Henry-Ayon-(yedek 5 numara) gibi kadro gözüküyor şu anda. Draftta Rivers yerine başka bir oyuncu seçilirse kadro yeniden değişecektir. Tabi bir de FA döneminde alınacak oyuncular var. Belinelli ve Kaman bir ihtimal tekrar tutulabilir. Ömer Aşık söylentileri de mevcut.

Gordon’un sözleşme yenilemesi ve çaylakların imza atması sonucu salary cap’in 1-2 milyon altında kalacağız gibi duruyor. Bu yüzden FA hareketleri bu sene sınırlı kalacaktır. Asıl bomba seneye patlayacaktır.

• Ya işim var gidicem diyorum, bomba diyorsun, ne bombası kardeşim bu.

Draft sonrası seçilen oyunculara göre bir daha gelirsin, orada anlatırım bombayı sana.

• Dandik Türk duyumcuları gibisin yemin ediyorum.

4 Mayıs 2012 Cuma

Auf Wiedersehen Jos!

Aslında bugün, Gaziosmanpaşa’da yaşayan kendi halinde bir gencin neden Bavyera’nın küçük kentlerinden birini sevdiğini, binlerce kilometre uzakta atılan gollere delice sevindiğini; kışın ortasında, 20 cm kar varken borç harç Almanya’ya maç izlemeye gittiğini anlatacaktım. Ama Augsburg’u sevme nedenlerimden birini bu sabah kaybettim, daha doğrusu ben kaybetmedim, kaybettirdiler.


Jos Luhukay ismi Almanya’yı yakından takip etmeyen futbolsever için çok bir şey ifade etmeyebilir.

Luhukay’ın Augsburg için önemini şöyle açıklayabilirim, 2008/09 sezonunun sonunda Augsburg’un başına geçen Luhukay ertesi sezon takımın 2. Bundesliga’yı üçüncü bitirmesini sağladı; ayrıca Almanya Kupası’nda da takıma yarı final oynattı. Play-out serisinde Nürnberg’e kaybeden Augsburg, geçtiğimiz sezon, yine Luhukay önderliğinde, ligi Hertha’nın arkasında ikinci bitirerek Bundesliga’ya yükselmeyi başardı. Bu sezon da zaten malum, açık ara Bundesliga’nın en kötü kadrosuna sahip takımını ligin bitimine bir hafta kala ligde kaldı Augsburg. Ligde kalmak için savaştığımız Köln, Hertha Berlin ve Hamburg gibi takımların bütçelerini ve olanaklarını göz önüne getirdiğimizde, yapılan iş belki Bundesliga’da şampiyon olmaktan daha da zor. Ama Luhukay bunu başardı.

Luhukay sıradan bir Augsburg taraftarı için, bir baba figürü gibi. Ama bundan sonra SGL Arena’da yedek kulübesine yüzlerini çevirdiklerinde, Hollandalı babalarını orada göremeyecekler.

Yine Luhukay gibi sevdiğimiz ve sık sık takdir ettiğimiz başkan Walter Seinsch’ın Mart ayında çok ilginç bir hamlesi geldi. 2009’dan beri takımın başında bulunan ve Luhukay’la çok iyi anlaşan genel menajer Andreas Rettig’in görevine son vererek, yerine kulübün genç takım koordinatörü Manfred Paula’yı genel menajerliğe getirdi. Ne olduysa bundan sonra oldu. Paula, Luhukay’a haber vermeden üçüncü lig takımlarından Regensburg’da sağ bek oynayan Ronny Philp ile bir görüşme yaptı. Luhukay’ın bundan rahatsız olduğunu söylemek için kahin olmaya gerek yok tabi. Asıl bomba ise, Paula’nın Luhukay’ın yardımcıları Rob Reekers ve Markus Gellhaus’un kontratlarını uzatmaması oldu. Normalde 2013’e kadar kontratı bulunan Luhukay ise, yardımcılarının kontratlarının uzatılmaması üzerine takımdan ayrılmaya karar verdi. Bild’in haberine göre yeni teknik direktör, Paula’nın zamanında transfer görüşmesi yaptığı Regensburg’un teknik direktörü Markus Weinzierl olacak.

Türkçe’de çok güzel bir laf vardır, “Bir şey çalışıyorsa, bozmaya uğraşmayacaksın”. Sabahtan beri düşünüyorum, başkan Seinsch’ın neden böyle bir hamleye girişmesinin nedenini bulamıyorum. Zaten takımın belkemiği olan Hosogai ve Koo gibi oyuncular gidecek, bir de Luhukay’ın gidişiyle takım seneye kesin düşecek. Benim derdim küme düşmek değil zaten; küme düşeriz, küme çıkarız. Derdim Augsburg’a bu kadar başarıyı tattırmış bir adamın neden kovulmaktan beter edildiği. Kolpaçino’da da  dediği gibi: “Mevzu mal meselesi değil, mevzu şahsiyet meselesi”

Aşağıda Guardiola usulü bir veda videosu hazırladım Luhukay'a. Sırf şu son iki senede yaşadığım heyecanlar için bile kendisine milyonlarca kez teşekkür ediyorum. Umarım kendisi daha iyi yerlere gelir.




25 Nisan 2012 Çarşamba

"50 million pounds have just been repaid"


Ortaokul çağlarındayken en büyük keyif aldığım şeylerden biri, Cuma okul çıkışı çantayı hazırlayıp, İkitelli Göçmen Konutları’nda oturan dedemlere gidip, dedemlerin 37 ekranlık televizyonunda Avrupa’dan ne kadar maç yayınlanıyorsa seyretmekti. Doğal olarak futbola daha yüzeysel bakıyordum o zamanlar. Saat 17’de Premier League maçı mı varmış, maç başlamadan önce oradaki tek büfeye git, cipsini kolanı al, aç NTV’yi izle; bu kadar.

Yıllar geçtikçe, o İkitelli Göçmen Konutları’nın çevresine binaları diktiler, binalar çoğalınca büyüyoruz zannettiler; hatta Başakşehir adında bir ilçe bile oluşturdular. Benim futbol sevgim ise, binalarla ters orantılı gitti. Futbolu hala seviyordum ama futbolun arka tarafındaki çarkları yavaş yavaş görmeye başlayınca, aldığım keyifte ciddi azalmalar oldu.

Fakat dün akşamki Barcelona-Chelsea maçındaki yaşadığım heyecanı hangi sıfatlarla açıklayabilirim bilmiyorum. Liseden beri Chelsea’ye sempati duyarım, o kadar şampiyonluk-kupa vs. gördüm; ama dünkü maç bambaşka bir şeydi. Dünkü maç, yıllardır para harcayarak her şeyin çözülebileceğine inanmış bir felsefenin, yüreğin gücüyle tanışmasıydı.

Aslında final yürüyüşünün başlangıcını hepimiz hatırlıyoruz. Napoli deplasmanındaki 3-1’lik yenilgi sonrası Villas-Boas kovalanıp, yerine neredeyse “Al sen devam et bari” dercesine Di Matteo getirilmişti. Yalan yok, Napoli rövanşı öncesi herhangi bir futbol izleyicisine, “Chelsea elenir mi?” diye sorsak, muhtemelen “Evet” derdi. Di Matteo o ortamda oyunculara inanılmaz bir yürek aşıladı, (Bunu iki türlü okumak da mümkün, Terry-Lampard-Drogba’nın AVB’den hazzetmediğini de biliyorduk) Stamford Bridge’de Napoli’ye net üstünlük kurdu, Ivanovic’in topu tavana asmasıyla tur geldi. İşte o an Di Matteo’nun etrafında yeniden kenetlenme anıydı.

Di Matteo, yere düşmüş ve nakavtını bekleyen bir camiayı ayağa kaldırmakla kalmadı; camianın yumruğunu yeniden havaya kaldırmasını sağlayacak kudreti de sağladı. Barcelona serisini de bunun üzerinden yorumlayabiliriz. Chelsea, Barcelona’dan sürekli yumruk yedi, sağlı-sollu yumruk yedi, aşağıdan-yukarıdan yumruk yedi, ama bir türlü çökmedi. Bütün izleyiciler “Aha şimdi Chelsea düşecek” derken, rakibini yere serecek o tek yumruğu en can alıcı anda yerleştirmeyi de başardı. Kabul ediyorum, insanlar artık savunma değil hücum izlemek istiyor ama savunmanın da futbolun bir parçası olduğunu ve en az hücum kadar zevkli olabileceğini tekrar hatırlatmış oldu Di Matteo.

İşte o yumruğun adı da Torres. Geçen sezon ortasında neredeyse kaçırılırcasına Liverpool’dan Chelsea’ye geldiğinde, ben dahil herkesin beklentileri büyüktü. Ne olduysa oldu, o bir buçuk senede bir türlü istediği noktaya gelemedi, neredeyse herkes tarafından Chelsea’deki forvet lanetinin yeni halkası olarak görülüyordu ki, dün o bir buçuk seneyi tamamen unutturdu, gerçek bir Chelsea’li oldu. Hele Valdes’i yatırdığı an koltuktan fırladım, annemin babamın dehşetli bakışları arasında koridora doğru mini bir depar attım. Bu anı hem o, hem de biz uzun süreden beri hak etmiştik.

15 maçta 10 galibiyet, 4 beraberlik, 1 mağlubiyet. Di Matteo’nun Chelsea’de görevi devraldıktan sonraki performansı bu. Finalde kim gelir, Chelsea şampiyon olur mu bilmiyorum ama bu sezon Abramovich dönemindeki Chelsea’nin en dramatik sezonu olmaya doğru gidiyor, umarım bizim Rus’un yüzü bu sefer güler.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Mahcubum Heynckes


Kavga edebilecek bir düzeyde Augsburg’u tutan bir adam için Bayern Münih nefretinden daha doğal bir şey olamaz. Doğal olarak ben de Bayern Münih-Real Madrid eşleşmesinde Bayern’in yenilmesini, elenmesini, mümkünse taşak geçilebilecek kıvamda rezil olmasını istiyordum. Ama Heynckes bugün beni mahcup etti, onu itiraf etmek zorundayım.


Aslında hafta sonundan çıktığımızda, ben dahil bir çok kişinin görüşü Bayern’in haşat olacağı yönündeydi. Keza geçen hafta Dortmund’a yenilip şampiyonluğu matematiksel olarak olmasa da, kafa olarak kaybetmiş bir Bayern vardı. Cumartesi de içeride Mainz karşısında o kadar donuk oynayıp berabere kaldılar ki, kafaların Real maçında olduğu çok açıktı. Real Madrid ise, geriye düştüğü maçta Gijon’u yenmiş, bağıra bağıra Allianz Arena’ya geliyordu.

Kadrolara baktığımda, Heynckes son maçlarda sıkça yaptığı, benim de sıklıkla eleştirdiğim taktikten vazgeçmiş görünüyordu. Schweinsteiger’in sakatlığında, Kroos’u Gustavo’nun yanına çekip, onların önüne Müller-Robben-Ribery’yi dizen Heynckes’in bu taktiği başaltı takımlara karşı çok iyi işledi, özellikle 3 maçta 20 gol atıldığı o dönemde Heynckes göklere çıkarıldı. Lakin Bayern'le aynı düzeyde rakiplerle olan maçlarda, Kroos’un Gustavo’yla birlikte pres yapıp oyun kurucu özelliklerinden feragat etmesi gerekiyordu. Kupadaki Mönchengladbach ve geçen haftaki Dortmund maçlarının ikisinde de orta saha üstünlüğü hep rakip takımlardaydı.

Bu maçta Gustavo’nun yanında sakatlığı yavaş yavaş atlatan Schweinsteiger ile başladı Heynckes. Bu, Kroos’un rakip kaleye daha yakın olması demekti, dolayısıyla Robben ve Ribery’nin rakip kaleye daha yakın top alması demekti. Real ise, klasik Khedira-Alonso, önlerinde Mesut üçlüsüyle kurdu orta sahayı; orada görünüşte pek bir sıkıntı yoktu.


Heynckes’in taktiği iyi başladı, Kroos’u ilk 20-25 dakika Bayern yarı sahasında çok az gördük. Robben’le Ribery’nin de ileride kalmasıyla, Lahm sağdan, Alaba da soldan yüklenince Real’in bekleri zorlanmaya başladı (Dipnot 1: Gerçi Arbeloa için herhangi bir baskıya da gerek yok, genel bir zorlanma durumu var) (Dipnot 2: Belki son on maçtır bek oynuyor, ama Alaba’yı hala sol bekte görmeye alışamadım).  Böyle bir tabloda Real, Ronaldo ve Di Maria’yı ileriye istediği gibi yönlendiremedi; bunun yerine Mesut’un araya attığı paslarla tehlike yaratmaya çalıştı. Gerçi Badstuber-Boateng gibi bir defans ikilisine karşı kanat organizasyonu yapmak yerine göbekten oynamak daha iyi olabilir.

Bir karambolle attıkları golden sonra Bayern tatmin olup geriye çekilince, Real haliyle rahatladı; Ronaldo ve Di Maria daha çok top almaya, Bayern defansı da yusuf atmaya başladı. Hatta Neuer’in rahat alabileceği bir topa Boateng’in kafa soktuğu bir pozisyon vardı ki, evde kahkaha attım.

Real’in baskısı ikinci yarıda da sürdü, haliyle golü de buldular. İleriye giden Badstuber geri dönmeyi unutunca, kademeye girmek zorunda kalan Lahm sağ beki boş bıraktı (ki burada da Robben’in de beke gelmediğini bir kez daha hatırlatmak lazım); Ronaldo önce Neuer’in üzerine vurdu, dönen topta da Mesut’a çarptırarak golü attırdı.


İşte tam bu noktada ya herro ya merro çekti Heynckes, Bayern’in ilk yarım saatteki baskısının mimari olan Schweinsteiger’i kenara aldı (ama itiraf edelim o yarım saatten sonra çok da iyi değildi); Müller’i oyuna soktu. Bu diziliş, Kroos’un daha geriye gelmesi demekti, böyle bir durumda Real’in ikinci golü bulacağını düşünüyordum. Ama ters tepti.

Kroos’un geride oynamasını neden hatalı bulduğuma gelirsek; ben Kroos’un hücum özelliklerinin savunma özelliklerine göre daha iyi olduğunu düşünenlerdenim. Dolayısıyla, onu geride oynatmak yerine, Gustavo’nun yanında Schweinsteiger’in olmasını (onun sakatlığında Alaba), Kroos’un da hücuma daha yakın oynamasını isteyenlerdenim (Aslında istemiyorum tabi, laf ebeliği yaptım, Bayern’in allah belasını versin). Bunu nasıl örneklendirebilirim; bir adam çok iyi çimento karıyordur, ama tuğla da taşıyabiliyordur; dersin ki “Babuş iki dakika şu tuğlalara yardım et”, o anlaşılabilir, ama o adama en başında tuğla taşıtınca çimentoda sıkıntı doğar (Alman futbolunu apartman inşaatı üzerinden açıkladığıma göre, gazetede bir köşeyi hak ediyorum bence).

Müller’in oyuna girişinde, benim takıldığım nokta Kroos’un geriye geleceğiydi. Hata yaptığım nokta ise, maçın bitimine yarım saat kaldığını unutmuş olmamdı. Haliyle Kroos geriye gelmedi; Bayern hücumu beşlemiş oldu. Bir de Mourinho, Mesut’u çıkarıp Marcelo’yu oyuna sokunca Real geriye yaslandı ve alenen beraberliğe yatmaya başladı.


Real’in geri yaslanması demek, Bayern beklerinin ileriye çıkması demekti. Alaba’yla Lahm yüklenmeye başlayınca, son 20 dakika ilk 20 dakikanın kopyası gibi oldu. Kroos aldığı her topu kanada aktarıp tehlike yaratmayı başardı. Lahm’la Ribery de Coentrao’yu resmen harcadı sol bekte, Ronaldo da yorgunluğundan yardım etmeyi aksatınca; Lahm bomboş bir orta açtı, Gomez’e ikinci golü attırdı resmen. Tabi Real savunmasının saçmaladığını da söylemek şart.

Ben Mourinho’nun sonuca pek üzüldüğünü düşünmüyorum. Kötü oynayan bir Real vardı sahada, ama gol atmayı başardılar, tek farklı bir mağlubiyet de, rövanşın Bernabeu’da olduğunu düşünürsek kabul edilebilir bir sonuç. Yine de cumartesi El Clasico var, Real’in olası bir mağlubiyeti rövanş maçında bir gerginlik oluşturabilir takım üzerinde. Bayern ise iyi oynadığı bir maçta anca bu sonucu alabildi, galibiyet yine de avantajdır; ama ben Robbern-Ribery ikilisinin Bernabeu’da sineceğini düşünüyorum; Müller’le başlamak daha etkili bir çözüm olabilir, ama tur şansı tamamen Schweinsteiger’in ne kadar sağlıklı olduğuna bağlı.


Foto: Getty Gidiyor

14 Nisan 2012 Cumartesi

Mutlu Son, Tom Benson


Yaklaşık 1,5 yıldır devam eden New Orleans Hornets’in satılma hikayesi, New Orleans Saints’in sahibi Tom Benson’un 1,1 milyar dolarlık servetini resmen masaya vurarak Hornets’i satın almasıyla son buldu. Böylece takımın New Orleans’tan taşınacağı yönünde çıkabilecek tüm dedikodular da sona ermiş oldu. Peki Hornets, Tom Benson’un sahipliğinden ne kazanacak?


Aslında Tom Benson ismi son iki haftaya kadar hiç gündemde değildi. Hatta David Stern All-Star haftasonunda yaptığı basın toplantısında, takımı almak isteyen iki konsorsiyumun bulunduğunu, satış işleminin bir aya kadar netleşeceğini söylemişti. (Aynı basın toplantısında David Stern’in “Hornets’in geleceği ne olacak?” diye soran Chris Sheridan’ı “Bilet al da gör” diye tokatlaması da vardı) O iki konsorsiyumda da Tom Benson ismi geçmiyordu. Ama Kaliforniyalı mayo devi Raj Bhathal’ın başını çektiği grupta Tom Benson’un kardeşi Larry Benson vardı. Efsane (!) koç Mike Dunleavy de bu grubun bir diğer üyesiydi. İkinci grupta ise ise Hornets’in eski küçük ortağı Gary Chouest ve ortakları bulunuyordu.

Tom Benson’ın bir anda dışarıdan gelip Hornets için teklif vermesi tabii ki şaşırtıcı oldu; çünkü Benson’ın sahip olduğu Saints “ödül programı” davasıyla çalkalanıyordu. Coach Sean Payton lig tarafından bir sene cezalandırılmış, Saints’in draft haklarına el konulmuştu. İşte böyle bir kaos ortamında Benson’ın, kardeşinin bulunduğu bir gruba karşı çıkıp Hornets’i almak istemesi benim için ciddi sürpriz oldu.

Benson’un sahipliğinin Hornets için çok fazla olumlu tarafı var. Gelirinin büyük bir kısmını sahip olduğu otomotiv bayilerinden kazanan Benson’un mal varlığının büyük çoğunluğu New Orleans bölgesinde bulunuyor. Zaten hali hazırda New Orleans Saints’in de sahibi. Bir de şehir yönetimi ile kulüp arasında yapılan anlaşma sonucu Hornets’in 2024’e kadar New Orleans’ta kalması yönünde anlaşmaya varıldığı düşünülünce, artık yıllardır dile gelen taşınma muhabbetinin son bulacağı aşikar.


David Stern’in basın toplantısında bahsettiği gibi Saints-Hornets arasında kurulan bu bağ, New Orleans gibi küçük bir şehirde çok değerli olacak. İki takım sahibinin de aynı kişi olması, özellikle reklam-pazarlama ve merchandising konularında bürokrasiyi azaltarak, iki takımın ortak hareket edebilme şansını yükseltiyor. 

Bir de Eric Gordon konusu var. Geçen hafta Sports Illustrated’a verdiği röportajda New Orleans şehrinden ve koç Monty Williams’tan çok memnun olduğunu; fakat kafasını kurcalayan en önemli sorunun takımın bir sahibininin olmaması olduğunu söylemişti Gordon. Benson’ın takımı almasıyla birlikte, NBA’in yönetimi altında bile zarar eden Hornets’in parasal anlamda daha stabil olacağını öngörebiliriz. Bu da hem Gordon’un hem de diğer free agent’ların takıma bakışını ciddi şekilde değiştirecektir.

Benson’la birlikte, Hornets’in isim değiştirerek, daha “New Orleans’sal” bir isimle yola devam edebileceği yönünde yorumlar çıkmıştı. İlginçtir, basın toplantısında kimse bunu sormadı. Hornets’in sarı-yeşil-mor renklerini çok çok beğensem de, Saints’in kullandığı gibi altın-siyah renklerinde bir marka da çok çekici ve ciddi olacaktır. Renkleri değiştirmeseler bile, en azından altın-siyah bir alternatif forma yapsınlar isterim.

NBA, Hornets’i satın almak için eski sahipler George Shinn ve Gary Chouest’e 318 milyon dolarlık bir ödeme yapmıştı. NBA ise, Hornets’i Tom Benson’a 338 milyon dolara sattı. Aradaki bu 20 milyon dolarlık fark, basın toplantısında esprili bir şekilde “Hornets’ten ettiğimiz zararı da fiyata ekledik” diye geçiştirilse de, NBA’in bu satıştan memnun olduğu açık. Hem ligin bir takımın sahibi olması konusunda gelen tepkilerden kurtulmuş oldular, hem de kar ettiler. Ciks.

Tom Benson’un sahipliği konusunda olumsuz görülen yanlar da var tabii. New Orleans Saints’in şehirde daha büyük ilgi topladığı bir gerçek; doğal olarak Tom Benson’un da ilk ilgi alanı Saints olacaktır. Hornets biraz üvey evlat muamelesi görecek ama, bu zaten yıllardır olan bir durum olduğu için ben sıkıntı çekileceğini zannetmiyorum. 


Tom Benson’un basketboldan uzak olduğu söylentisi vardı ki, basın toplantısında buna cevap verdi Benson. “Eğer Saints’in sahibi olmasaydınız, yine Hornets’le ilgilenir miydiniz?” sorusuna, 1973’te Dallas Chapparals takımının San Antonio’ya taşınması sırasında, Spurs’ün küçük ortaklarından biri olduğunu ve bir basketbol takımına sahip olmayı her zaman hayal ettiğini söyleyerek cevap verdi. Bir de sanki tüm takım sahipleri basketbol dehası olarak takım satın aldılar, ne biçim soruysa. (Micheal Jordan hariç tabi, o bir basketbol dehası; ama yöneticilik açısından ÇOK KÖTÜ)

“Tek hedefimiz şampiyonluk. Yoksa boşa kürek çekecek takıma para harcamam” diyerek söze giren bir başkanı Hornets camiası uzun süredir görmüyordu. GM Dell Demps ve coach Monty Williams gibi kriz dönemini çok iyi atlatan bir ikiliye sahip olan Hornets’e gereken tek şey, ufak bir şans. Umarım o şans, draft gecesi yanımızda olur.

Nostalji Saati: Kupkuru Kesilmiş Bir Bahtsız Arı


Hornets'in bugün Tom Benson tarafından NBA'den satın alınmasıyla birlikte, New Orleans Hornets için daha parlak bir gelecek hayali kurmaya başladık. Peki, Hornets NBA tarafından satın alınmadan önce durum neydi? Aralık 2010'da NBA Türkiye dergisine bu konuyla ilgili yazdığım bir yazı vardı. Üşenmedim, sizler için yazıyı maillerimin arasından çıkardım. Hornets'in tarihi konusunda sizlere bir fikir verebilecek bir yazı olduğunu düşünüyorum, umarım yanılmam.


Lige dahil olduğu 1988-1989 sezonundan beri, Hornets organizasyonu ligde bir Anadolu takımı esintisi yaratarak, sürekli orta düzey bir takım olarak kalmayı başardı. Bazen playofflarda 2.tura çıkıldı, yüzler gülümsedi. Bazen 18 galibiyetle sezon kapandı, umutlar bir sonraki seneye aktarıldı. Ama Hornets’in bu sene yaşadıklarını anlatabilmek için, galibiyetten veya mağlubiyetten ziyade, tarih sayfalarına ihtiyacımız olacak.

Durumu daha iyi anlatabilmek için, Hornets organizasyonunun geçmişinden bahsetmek gerekiyor. 1985 senesinde girişimci George Shinn, memleketi Kuzey Carolina’da bir NBA takımı kurmak için, yerel işadamlarıyla görüşerek bir konsorsiyum kurdu. Bu konsorsiyumun çabaları sonucu, Hornets 1988’deki lig genişlemesinde 3 takımla beraber lige dahil olmayı başardı.

Yeni bir takım olmanın getirisiyle, başarısız sezonlar geçiren Hornets, buna rağmen şehir tarafından sürekli desteklendi, sahiplenildi. George Shinn, bu süreçte takımın basketbol operasyonlarından sorumlu yöneticisiydi. Kariyerinde “Kobe Bryant’ı takas etmek” gibi her yöneticiye nasip olmayan bir apolet bulunduran Shinn, buna rağmen taraftarı salona çekmeyi başarıyordu.

İşler 1999 yılında değişmeye başladı. Taraftarın sevgilisi Bobby Phills’in trafik kazasında hayatını kaybetmesinden sonra, George Shinn yaptığı dengesiz takaslarla taraftarın tepkisini çekmeye başladı. Cimri bir yönetici olarak bilinen Shinn, Alonzo Mourning gibi kontrat yenileme dönemindeki oyunculara, piyasanın çok altında ücretler önererek, onları takımdan uzaklaştırmaya başladı. Aynı senede, basketbolu yeni bırakmış olan Michael Jordan, Charlotte Hornets’e küçük ortak olmak istedi, ama bunun için tek bir şartı vardı: Basketbol operasyonlarının başına geçmek. George Shinn bunu kabul etmedi. North Carolina Üniversitesi’nden mezun olduğu için, yöre insanı tarafından mesihe benzer bir düzeyde değerlendirilen Jordan’a karşı Shinn’in bu tutumu, taraftarlar arasında büyük bir tepkiye yol açtı.

Ama taraftarla George Shinn’in arasını açan en önemli olay, bir dava oldu. 1999 senesinde, George Shinn’in kendisine tecavüz ettiğini iddia eden bir kadın, George Shinn’e karşı dava açtı. Dava düşmesine rağmen, medyada çok fazla yer bulduğu için Shinn’in Kuzey Carolina halkı arasındaki ünü bundan kötü şekilde etkilenmişti. Bunun üzerine Shinn, Hornets organizasyonunu Charlotte’tan koparmaya karar verdi.

Shinn’in öne sunduğu şart şuydu: Ya şehir yeni bir arena yapacaktı, ya da Hornets gidecekti. Seyircisi sayısı iyice dibe vurmuş olan Hornets için yapılan bu teklifi, Charlotte şehrinin idarecileri doğal olarak reddetti. Böylece takımın taşınmasının önü açılmış oldu.

2002 senesinde, Hornets organizasyonunu New Orleans şehrine taşındı. Charlotte’a nazaran daha küçük bir şehir olmasına rağmen, New Orleans’ta hazır bir arena mevcuttu. Bu durum, taşınmayı da kolaylaştırdı.


George Shinn takımın tek sahibi olarak, gidişattan memnun gözüküyordu. Playoffta hüsranla biten iki sezonun ardından, 2004 senesinde takımın yıldızı Baron Davis, Golden State’e takas edildi. Bu durum, George Shinn için fazla harcama olmadan geçirilecek birkaç yıl daha demekti.

2005 senesinde, adı Chris soyadı Paul olan bir genç, bu şehrin makus talihini kırmak için draft edildi. Fakat, şehrin üzerinde öyle kara bulutlar dolaşıyordu ki, Chris Paul’ün draft edildiği sene yaşanan Katrina kasırgası yüzünden, ortada oynanabilecek bir şehir kalmadı. 2 sezonu Oklahoma City’de geçirmek zorunda kalan New Orleans Hornets, 2007 senesinde New Orleans’a geri dönebildi.

İstediği kadar özel bir oyuncu olsun, kendi şartlarına uymadığı sürece ona kontrat vermekten kaçınan George Shinn; milyonda bir gelen bir yetenek olan Chris Paul’ün gönlünü hoş tutabilmek adına kesenin ağzını açmak zorunda kaldı. Peja Stojakovic’e 5 sene için 64 milyon dolar, Morris Peterson’a da 4 sene için 20 milyon dolarlık kontratlar veren Shinn, David West’e  5 sene için 45 milyon dolarlık bir extension sundu. Özellikle Peja hamlesi büyük tepkiyle karşılanan Shinn, buna rağmen taraftardan destek görmeye devam etti.

2007 senesinde, Gary Chouest adında New Orleans körfezinde petrol işiyle uğraşan bir iş adamı, Hornets’in %35 hissesini almayı kabul etti. Böylece George Shinn ilk defa takıma bir ortak bulmayı başardı.

Verdiği kontratlar yüzünden zaten büyük bir yükümlülük altına giren George Shinn için, hayatının en kötü dönemi 2009 yılında yaşandı. Prostat kanserine yakalandığını açıklayan Shinn, bu dönem boyunca, mecburen takımdan uzak kaldı. Elindeki kaynakları iyice azalan Shinn, lüks vergisi ödememek için, GM Jeff Bower’dan bazı oyuncuları 2076 senesinin ikinci tur draft hakları karşılığına göndermesini istemek zorunda kaldı.

2009-2010 sezonunun sonuna doğru, kanserle mücadelesi iyiye giden George Shinn, Hornets’ten artık zarar ettiğini ve takımı satmaya gönüllü olduğunu açıkladı. Bu açıklama doğal olarak bütün taraftarları heyecanlandırdı. Çünkü, NBA’de önemli yerlere gelebilecek bir takımın, para harcamamak uğruna gözlerinin önünde erimeye devam ettiğini gören taraftarlar, sadece manevi olarak değil, maddi olarak da takıma sahip çıkabilecek birisinin takımı satın almasını istiyordu.

New Orleans’lıların Romeo’su baştan belliydi: Takımın küçük hissedarı Gary Chouest. Büyük bir Hornets taraftarı olan ve neredeyse her maça gelen Chouest, George Shinn tarafından takımın satılacağını öğrendiği andan itibaren, takımı satın almak için girişimlerde bulunmaya başladı. Özellikle 2010’un Nisan ayında, Chouest ve Shinn’in anlaştığı, Chouest’in birkaç küçük ortak bulması halinde imzaların hemen atılacağı yönünde çıkan haberler, New Orleans Hornets için havanın yıllar sonra olumlu esmesi anlamına geliyordu. Ama esen sadece rüzgardı, o rüzgar bereket getirmedi.

İmzanın konuşulduğu Nisan ayında, New Mexico körfezinde başlayan petrol sızıntısı, bir anda bütün dünyanın gündemini değiştirdi. Büyük Petrol şirketlerinin vurdumduymazlığı sonucu, Amerika’nın güney kıyılarının çoğunu siyaha bulayan bu çevre felaketi, en yüksek tahribatı Louisiana kıyılarında verdi. Katrina’nın yaralarını yeni yeni sarmış olan New Orleans şehri, petrol sızıntısından ekonomik olarak çok olumsuz etkilendi.

Fakat New Orleans’ta o sızıntıdan en fazla etkilenen kişi Gary Chouest’ti. Petrol çıkartma ve işleme işiyle uğraşan Chouest, bu sızıntıda maddi olarak büyük zarara girdi. Öncelikle sahip olduğu şirketi düzlüğe çıkarmayı hedefleyen Chouest, doğal olarak Hornets’i satın alma sürecini 2. plana aldı.

Nisan ayından beri yaklaşık 7 aydır sürüncemede olan Hornets’in satışı, Kasım ayı sonunda, Gary Chouest’in takımı satın almaktan vazgeçmesiyle iyiden iyiye bir kaos halini aldı. İddialara göre, petrol sızınıtısındaki zararını dengelemeyi başaran Chouest, tekrar masaya oturduğunda George Shinn’in anlaştığı fiyatın üzerinde bir fiyat istemesi yüzünden görüşmelerden çekilmişti.

Bunun üzerine George Shinn, takımı elinden çıkartmak için farklı bir yol denemeye karar verdi. NBA Başkanı David Stern’le konuşan George Shinn, Hornets’i artık daha fazla taşıyamayacağını, NBA yönetiminin bu konuda yardımcı olması gerektiğini söyledi. David Stern, diğer takım sahipleriyle görüştükten sonra, NBA tarihinde ilk kez bir takımın NBA yönetimi tarafından satın alınacağını açıkladı.


Bu yöntem, NBA için bir ilk olsa da, Amerikan sporları için yeni bir olay değildi. Amerikan Beyzbol Ligi (MLB) takımlarından Montreal Expos’un 2002 yılında içinde bulunduğu mali kriz sonrası, MLB yönetimi aldığı bir kararla Montreal Expos takımını satın aldığını açıkladı. Satış süreci hızlı ilerleyemediği için, Montreal Expos takımı 2 sezon boyunda MLB yönetiminin sahipliğinde bulunmaya devam etti.

NBA yönetimi, satış bedeli olarak Shinn ve Chouest’a toplam 300 milyon dolarlık bir ödeme yaptı. Satış işlemlerinin ardından yönetici olarak takıma, NHL takımlarından Minnesota Wild’ın başkan yardımcılığını yapan New Orleans doğumlu Jac Sperling atandı.

Satışın ardından, gerek David Stern’in, gerekse Jac Sperling’in ağzından tek bir cümle döküldü: “Bizim ilk amacımız, Hornets’i New Orleans’ta tutmak”. Bu bir temenni olarak çok güzel, ama ekonomik gerçeklerle yüzyüze geldiğimizde, bu durumun  çok zor olduğunu görmek gerekiyor. Çünkü New Orleans etkin taraftar açısından NBA’de en kötü takımlardan biri.

Hornets’in Louisiana kenti ile yaptığı kontrattaki bir maddeye göre, 10 maçlık bir periyod boyunca eğer seyirci ortalaması 14.375’in altında kalırsa, Hornets yönetimi, Louisiana yönetimine tazminat ödeyerek şehirden ayrılma hakkına sahip olabiliyordu. Bu sene takımın da iyi başlangıcına rağmeni gelen seyirci sayısındaki düşüklüğün devam etmesi, bu maddenin bir gün uygulanabileceği konusunda bütün taraftarları endişelendiriyor.

Aralık ayı içerisinde, New Orleans valisi Bobby Jindal ve belediye başkanı Mitch Landrieu, Hornets’in şehirde kalması için neler yapılması gerektiği konusunda bir toplantı yaptı. Çıkan sonuç, New Orleans’ta kalmak için en mantıklı yolun bir ortaklık konsorsiyumundan geçmekte olduğu idi. Bunun üzerine New Orleans’lı bir savcı olan Morris Bart, takımın New Orleans’ta kalması halinde %10’luk bir hisseyi alabileceğini açıkladı. Ayrıca, Gary Chouest de yaptığı açıklamada, Hornets’i satın alma hayalinin henüz sona ermediğini bildirdi. Bu gelişmeler taraftarı heyecanlandırdı, ama mantıklı düşünüldüğünde, Hornets’in düzlüğe çıkmasının en rahat yolunun taşınmaktan geçtiği çok açık. (Yalnız 1,5 senede nasıl sinirlenmişsem, "Takımı satın kurtulun" demişim resmen, düşünün ne hallerdeydim.)

Taşınma söz konusu olduğunda, yine bir çok şehir, aday olarak ortaya çıktı. Bana göre bu şehirler arasında en ideali Kansas City. 2007 senesinde, çok amaçlı ve hayli teknolojik bir salon olan Sprint Center’ı hizmete açtılar. Ayrıca 25 seneden beri bir NBA takımına hasret kalmış durumdalar. Taraftarın Hornets’e ciddi bir ilgi göstereceğini düşünebiliriz.

Diğer adaylar arasında Seattle ismi çok konuşuldu, ama NBA’den koparılmalarına bahane olan Key Arena’daki problem çözülmediği sürece Seattle’ın bir NBA takımı oluşturması çok zor gözüküyor. Anaheim şehri ise, Los Angeles’a çok yakın olduğu ve Los Angeles’ta hali hazırda iki takım bulunduğu için uzak duruyor. Las Vegas, bu şehirler içerisinde ekonomik açıdan önemli bir aday, ama bir NBA takımının düzenli olarak maç oynayabilmesi için yeni bir salon yapılması gerekiyor.

Herkesin ilgiyle takip ettiği bu satış süreci sonucunda, Hornets New Orleans’ta kalır mı, başka bir şehre gider mi bilinmez ama, şu bir gerçek ki, Hornets organizasyonundaki en değerli parça olan Chris Paul’ün bir Hornet olarak kalabilmesi için, bu karar ciddi bir önem taşıyor. (Ve sonucu gördük)

6 Nisan 2012 Cuma

Adamlık Ağacı

Basketbolu ucundan da olsa takip eden insanlara Dwight Howard’ın basketbol kariyerini anlatmak yersiz olur. Ama bundan birkaç sene sonra Dwight Howard’ı başka bir forma altında izleyip de, “Yav ne kadar büyük oyuncu” diyecek dostlarımız için, Howard’ın bu sene yaşadıklarını tarihe not olarak düşmekte fayda var.




Orlando’nun final gördüğü 2008-09 sezonundan sonra, Hidayet’in takımdan ayrılmasıyla birlikte, Howard’ın organizasyonun hareketlerinden mutlu olmadığı sürekli konuşuluyordu. Şimdi allahı var, Otis Smith’in de hiçbir hamlesi tutmadı. Hido gittikten sonra, Courtney Lee’den vazgeçerek Vince Carter’ı aldılar, olmadı. Daha sonra sonra Vince Carter’ı yine Hido karşılığında takas ettiler, olmadı. Geçen sezon hazır gaza gelmişken Arenas’ı (ve haliyle kol gibi kontratını) almak için Lewis’i takas ettiler, olmadı. Howard’ın da bir yerden sonra, “Eaah sikerim bir işi de doğru yapın” moduna girmesine hak verebiliriz.



Ama işin profesyonelce olmayan, iş ahlakına uymayan kısmı ise, geçtiğimiz sezonun sonuyla birlikte Howard’ın hem yönetime net bir hamle yapması konusunda baskı yapması (ki bu net hamleyi dün çok trajikomik bir şekilde öğrendik), hem de basın yoluyla diğer takımlara mavi boncuk dağıtması oldu.

Sezon başına geri dönelim. Lokavt sonrası NBA’i takip eden camianın merak ettiği iki temel konu vardı. 1- Chris Paul takas olacak mı? 2-Dwight Howard takas olacak mı?

Her ne kadar 15 kişiye saldırabilecek kalibrede bir Hornets taraftarı olsam da, Chris Paul’ün bu süreci çok doğru oynadığını kabul etmem lazım. Chris Paul’ün de, aynı Howard gibi, Hornets yönetimindeki belirsizliklerden bıktığını ve sezon sonunda takas olmak istediğini zaten biliyorduk. Lakers serisinde elinden geleni yaptıktan sonra, Paul de muhtemelen kontratı bittiğinde, Hornets’te kalmak için oyuncu opsiyonunu kullanmayacağını GM Dell Demps’e belirtmiştir. Demps de doğal olarak Hornets’in bu durumdan zarar görmemesi için Clippers’a takas etti Paul’ü. Tüm bu olaylar henüz sezon başlamadan yaşandığı için, hem Paul hem de Hornets durumu iyi kotardı diyebiliriz.

Ama Howard için aynısı söz konusu olamadı. Sezon başından beri ısrarlı bir şekilde Magic’le sözleşme uzatmayacağı yönünde imalarda bulunan ve takasını isteyen Howard, bu imaların bir adım ötesine geçerek New Jersey Nets sahibi Mikhail Prokhorov ve genel menajeri Billy King’le başbaşa bir görüşme gerçekleştirdi. Keza, Howard’ın menajeri Dan Fegan’ın Houston Rockets yetkilileri ile usulsüz görüştüğü yönünde de haberler ortaya çıktı. Tüm bu olaylar, olayın taraflarınca kabul edilmese de, Magic’in bu görüşme ile ilgili Nets’i NBA’e şikayet ettiği biliniyor.


Takasın son gününe kadar devam eden bu goygoy, son günde Howard’ın RealGM muhabiri Jarrod Rudolph’la yaptığı telefon görüşmesinde, oyuncu opsiyonunu kullanarak Magic’te kalacağını belirtmesiyle bambaşka bir hal aldı. Amway Center’da Magic GM’i Otis Smith ve CEO’su Alex Martins ile yapılan kısa bir görüşmeden sonra Dwight Howard basının karşısına çıktı ve yaz başından beri yaşanan süreçle ilgili şu bahaneyi ortaya sürdü:

“Bazı kötü tavsiyelere uydum”

27 yaşında, 6 kere All-Star olmuş ve milyon dolarları yöneten bir kişinin yaz başından beri hem kendi yönetimini hem de taraftarını soktuğu durumdan sonra yaptığı açıklama buydu: “Bazı kötü tavsiyelere uydum”. Ha sanırsın, adam mahalledeki arkadaşları yüzünden içkiye, sigaraya, beyaza filan alışmıştır; dersin ki “Karşı koyamadım, beni bu yavşaklar kandırdı”; o zaman bir nebze anlarız. Ama bir şehrin bel bağladığı bir adamın götünün ayrı, başının ayrı oynaması, çok kolay kabul edilebilecek bir şey değil.

İşin daha acıklı kısmı, aylardır Howard ile ilgili sorulara hep yarım ağızla yaklaşan Stan Van Gundy’nin, dün ilk defa söylediği sözlerdi. Muhabirlerin, SVG’nin Magic’teki geleceği hakkında yönetime telkin veren birilerinin olup olmadığı sorusuna, “Yönetimden üst düzey kişiler bana, Howard’ın benim kovulmam yönünde baskı yaptığını söyledi” diye cevap vermesi, bir çok kişi tarafından iş ahlakına aykırı bulunsa da; basın karşısında SVG’nin bitkin duruşu ve “Artık ne olacaksa olsun” şeklindeki tavırları, olayın SVG açısından artık hangi boyutta görüldüğünü gözler önüne seriyordu.


İşin daha da çirkin tarafı, SVG cümlelerine nokta koymadan, Howard’ın basının yanına gelip SVG’nin elini omzuna atarak, sanki oraya basınla taşak yapmaya gelmiş bir havaya bürünmesiydi. Keza SVG çok uzatmadı ve Howard geldikten kısa bir süre sonra basının yanından ayrıldı. Daha sonra basının sorduğu sorulara, “Ben öyle bir şey söylemedim. Ben ne Otis Smith’im, ne de Alex Martins’im; ben sadece Magic’in oyuncusuyum. Kaynağınız kim sizin?” şeklinde cevap veren Howard, ne yazık ki kaynağın az önce yanından ayrılan SVG olduğunun farkında değildi. Zaten dün geceki Knicks maçında da ikili arasındaki köprülerin tamamen atıldığı daha da net belli oldu.

Ben artık burdan geriye dönüş olmayacağına inananlardanım. Sezon sonu muhtemelen SVG takımdan ayrılacak ve Howard isminin altında daha rahat ezilebilecek bir koç bulmadan bu iş hallolmayacaktır. Ha, bana kalsa Otis Smith’in dünkü Knicks maçında söylediği, “SVG bu takımın koçu, Howard da bu takımın oyuncusu ve bu böyle devam edecek” demesi de, Otis Smith’in o neşteri vuracak forsunun pek olmadığını da ortaya çıkardı. Kim bilir, belki SVG veya Howard’dan önce, Otis Smith’in kellesi gider.

Ama şu artık net olan bir gerçek ki, NBA kariyerinin başında sürekli yüzü gülen, sürekli insanları eğlendirmeye çalışan, iyi niyetli Dwight Howard'ın yerini; insanların arkasından iş çeviren, hiç bir şeyi beğenmeyen, kötü niyetli bir Dwight Howard aldı. Günümüz çağında bu damgayı silmek de çok kolay olmayacaktır.

“Adamlık ağaç değil ki gölgesinde oturasın”

4 Nisan 2012 Çarşamba

Manisa üzerinden Kaliforniya: Sercan Güvenışık

1934 senesinde Washington’a ilk büyükelçi olarak atanan Münir Ertegün, eşini ve üç çocuğunu alarak İngiltere’den Amerika’ya doğru, belki de Amerikan rüyasının ilk yerli adayı olarak yola çıktı. Münir Bey’in Amerika’da büyüyen oğulları Ahmet ile Nasuhi Ertegün’ün müzik dışında bir hayali daha vardı: Kuzey Amerika’da bir futbol takımı kurmak.

Bunun için 1971 yılında dönemin Warner Bros Başkanı Steve Ross’u da yanına alan ikili, Cosmos kulübünü kurarak Pele, Carlos Alberto ve Beckenbauer gibi efsaneleri kadroya dahil etmeyi başardı. Bu efsanelerin arasında bir Galatasaray efsanesi Yasin Özdenak da vardı. Yasin Özdenak’tan yaklaşık 40 yıl sonra, gözlerini dünyaya Almanya’da açmış bir başka Türk futbolcu Amerikan rüyasının peşinden koşmak üzere okyanus ötesine geçmiş durumda. (Gerçi arada bir tane “transferi para için değil Türk futboluna hizmet için yapan” ama otelin barında kalan kaleci Bülent de var)

Birazdan okuyacağınız yazı, futbola Augsburg’da başlayan, arada Denizli ve Manisa’ya uğrayan; Floridalı kız arkadaşıyla birlikte Amerika’nın yolunu tutan Sercan Güvenışık’ın mütevazı futbol hayatı.


1980’in Mart ayının ilk gününde Donauwörth şehrinde dünyaya gelen Sercan, futbol sevdasının peşinde, doğduğu şehrin takımı VSC 1862 Donauwörth altyapısına yazılır. Henüz 17 yaşında, o dönem Güney Bölgesel Ligi’nde yer alan Augsburg ile anlaşan Sercan, Bayern Münih’in altyapı sisteminde kısa bir süre kendisini denedikten sonra Augsburg’a geri döner.

1998-99 sezonunda, 18 yaşındayken Augsburg’un en golcü oyuncusu konumuna gelen Sercan, Bundesliga ekiplerinin radarına girmeye başlamıştır. Sezon sonunda Bundesliga ekiplerinden Duisburg ile anlaşma sağlar Sercan. Fakat Duisburg’daki ilk sezonunda fazla şans bulamaz. Çünkü Duisburg Bundesliga’da çok kötü bir sezon geçirmekte, sürekli teknik direktör değiştirmektedir. Her gelen teknik direktör de ileri uçta tecrübeli Spies ve Beierle’ye şans tanıdığı için Sercan sadece 6 maçta sonradan oyuna girer. Duisburg o sezon 34 maçta sadece 22 puan toplar ve sonuncu olarak gerisin geriye 2. Bundesliga’ya düşer.

Takımın küme düşmesi sonucu tecrübeli isimler takımdan ayrılınca Sercan’a da ilk 11 şansı doğar. Sercan da bu şansı iyi kullanarak o sezon 27 maçta görev alır ve takımın en fazla forma giyen isimlerinden biri olur. Bir sezon sonra teknik direktörlüğe efsane Alman kanat oyuncusu Littbarski’yi getiren Duisburg’da, Sercan artık ilk 11’deki yerini iyice sağlamlaştırmıştır. Sercan’ın istikrarlı oyunu, dönemin Ümit Milli Takım teknik direktörü Raşit Çetiner’in de gözünden kaçmaz ve Sercan ilk defa Milli formayı giymek için davet alır.



Fakat Duisburg bir türlü orta sıralardan kurtulamamaktadır. 2002-2003 sezonunun devre arasında Littbarski’nin görevine son verilince Sercan’ın Duisburg’taki yeri de sallanmaya başlar. Ayrıca, o sezon takıma katılan Senegalli forvet Louis Gomes ile forma mücadelesine giren Sercan, bu mücadelede geri planda kalmaktadır. Sezon sonunda Denizlispor’dan gelen teklifi kabul ederek Türkiye’ye futbol için ilk adımını atar.

Denizlispor bir sezon önce UEFA Kupası’nda 4. Tura kadar çıkmış, 2003-2004 sezonunda da Giray Bulak yönetiminde sezona çok iyi başlamıştı. Ersen Martin, Ömer Rıza, Coşkun Birdal ve Cafer Aydın’dan oluşan hücum hattı içerisinde Giray Bulak’ın gözüne bir türlü girmeyi başaramayan Sercan, bir resmi maç bile oynamadan devre arasında Denizlispor’dan ayrılıp Alman Güney Bölgesel Ligi ekiplerinden Feucht ile anlaşma sağlar.

Feucht’da nispeten iyi bir yarım sezon geçiren Sercan, Türk Telekom Lig A ekiplerinden Vestel Manisaspor’un dikkatini çeker. Vestel Manisaspor bir sezon önce büyük bir yatırımla takımın başına Mustafa Denizli’yi getirmiş, fakat Denizli’nin takımı Birinci Lig’e taşıyamaması üzerine kendisiyle yolları ayırıp Levent Eriş’le anlaşmıştı. Coşkun Birdal ve Cafer Aydın’la tekrar buluşan Sercan, sezona iyi bir başlangıç yapmasına rağmen, sezonun ikinci yarısında hem Mehmet Akdemir’in performansını arttırması, hem de Ankaragücü’nden gelen Birol Aksancak’ın formda oyunu sebebiyle daha az görev almaya başlar. Vestel Manisaspor sezon sonunda Süper Lig’e çıkmıştır, fakat Sercan’a yine Almanya yolları gözükmektedir.


Sezonun ilk yarısını takımsız geçirdikten sonra, Preussen Münster ile anlaşmış ve şu an Karşıyaka’da top koşturan Cihan Yılmaz ile takım arkadaşı olmuştur Sercan. 11 maçta 6 gol ile iyi bir performans sergiledikten sonra, 2. Bundesliga takımlarından Carl Zeiss Jena’nın teklifini kabul eder, ama kadroda kendisine istediği yeri bulamaz, sadece 10 maça çıkar. Bir sonraki sezon Kuzey Bölgesel Lig takımlarından Rot Weiss Essen ile anlaşan Sercan, burada da 24 maçta 6 gollük bir performans sergiler.

2008-2009 sezonu için 3. Bundesliga ekiplerinden Paderborn ile anlaşan Sercan, burada kariyerinin en iyi dönemini geçirir. 30 maçta 17 gol ve 7 asist ile sezonu tamamlayan Sercan, hem 3. Bundesliga Altın Ayakkabı ödülünü kazanmış hem de takımının ligi üçüncü bitirmesinde başrolü oynamıştır. 2. Bundesliga’ya yükselme playout’unda Osnabrück ile oynanan ikinci maçtaki tek golün asistini yaparak takımını bir üst lige taşıyan en önemli oyunculardan biri olmuştur.



Paderborn’u 2. Bundesliga’ya çıkardıktan sonra, hem daha fazla oynama süresi bulmak, hem de evine yakın olmak için Preussen Münster’e dönmeye karar verir Sercan. Preussen Münster ile 3 senelik sözleşme imzalayan Sercan, iki sene iyi bir performansla futbol hayatını devam ettirdikten sonra 2011 yazında, MLS takımlarından San Jose Earthquakes’den bir deneme daveti alır.

Haziran ayında San Jose Earthquakes’in rezerv takımı ile bir maça çıkan Sercan, Los Angeles Galaxy rezerv takımına karşı alınan 3-0’lık galibiyette, iki gol atarak herkesin dikkatini çeker. Earthquakes teknik heyeti tarafından da olumlu övgüler alan Sercan’ın transferi o yaz maalesef gerçekleşmez. Bunun üzerine Sercan Münster’e geri döner ve takımla çalışmalara tekrar başlar.

Get Microsoft Silverlight

Sercan’ı bir kez daha Los Angeles uçağına bindirecek gelişme ise Ocak ayında yaşanır. Earthquakes genel menajeri John Doyle, Sercan’a bir telefon açar ve onu takıma dahil etmek istediklerini kendisine belirtir. Bu haber üzerine çok sevinen Sercan, Münster ile kontratının feshi konusunda görüşür ve çok zorlanmadan serbest kalır. Çalışma vizesini aldıktan kısa bir süre sonra Amerika’ya giden Sercan Earthquakes’e katılır ve MLS’deki ilk resmi maçını 17 Mart’ta Houston Dynamo’ya karşı oynar. Maça yedekte başlayıp son on dakikada oyuna dahil olan Sercan, takımının mağlubiyetine engel olamasa da, MLS’de top koşturan ilk Türk oyuncu olmayı başarır.

Milliyetçilik tribine çok girmeyeceğim de, bir Augsburg sempatizanı olarak Sercan'ın kariyerinin son döneminde başarılı olmasını hakkaten istiyorum.

Ha bir de, kendisine ulaşmak isteyenleri Twitter'a alalım.  https://twitter.com/#!/sercanguvenisik